Yayınlanma tarihi: 14-16 Aralık 2012 – Yeni Özgür Politika (internet sitesi arşivine erişim bulunmamaktadır)
Teorik Bağlam
Walter Benjamin Alman faşizminin ortasında kaleme aldığı tarih tezlerinde, ezilenlerin tarihinin bize, “olağanüstü hal” denilen ve kanunların askıya alındığı durumların, hiç de sıradışı değil tam tersine kural olduğunu gösterdiğini söyler. Ezilenlerin tarihi, büyük felaketler, dramatik jestler, olağanüstü kahramanlıklar, unutulmaz ihanetler, aciliyetler ve hayret verici gelişmelerle doludur. Ezilenlerin yaşamında olağandışı olan normalleşmiştir. Bu yüzdendir ki, ezilenlerin hikayelerine kulak verenler ilerlemeci tarih anlatılarına mesafe alır ve modern zamanı olduğu gibi, yani bir afetler dizgesi olarak görür.
Kürtlerin son iki yüz yıllık tarihi tıpkı Benjamin’in dediği gibi olağanüstü durumların sıradanlaştığı bir tarih. Katliamlar, yerinden edinmeler, kayıplar, cinayetler, işkenceler ve akla gelebilecek diğer tüm devlet şiddeti biçimleri olağandışı olanı Kürt halkı için gündelikleştiriyor. Bundan dolayıdır ki Kürt halkının yaşamı alışılagelmiş bilgi üretim mekanizmalarının yetişemediği kadar hızlı değişiyor, bozuluyor ve yeniden yapılıyor. Sosyal bilimleri onlarca yıl meşgul edecek olaylar Kürtlerin bir senesine sığıyor. Bilmenin dili, deneyimin gerisinde kalıyor.
Bu yazıda amacım, devlet şiddetinin Kürtler ve diğer ezilenlerin hayatındaki feci derecede hızla akan zamanına rağmen, kısa bir süreliğine de olsa sosyal bilimin hantallığına sığınarak açlık grevleri üzerine birkaç söz söylemek. Çünkü açlık grevleri, sosyal bilimin her alanını uzun zaman meşgul edecek derecede önemli bilgilerin açığa çıkmasına sebep oldu ve üzerinde tekrar tekrar düşünmeyi hak ediyor.
Walter Benjamin faşizmin maharetinin, ezilenlere yaşattığı olağanüstü hali gizleyerek, söylenemez kılmak olduğunu söyler. Faşizmin kendini ilerleme ve iyileşme kisvesi altında gizlemesi ve kitleleri her şeyin düzeleceğine, güzelleşeceğine dair sersem bir iyimserlikle sarıp sarmalaması, ezilenlerin başına gelenlere dair büyük bir aymazlığa ve aldırmazlığa sebep olur. O yüzdendir ki Benjamin, direnenleri, hayatın her alanını olağandışılaştırmaya, iktidardan önce davranıp, kendi elleriyle olağanüstü haller yaratmaya davet eder. Faşizmin sakladığı hakikat ancak bu yolla ortaya çıkacak ve faşizm ancak bu yolla kesintiye uğratılacaktır. Kürt siyasi tutsakların iradelerinin yarattığı olağandışı zamanın ürettiği bilgi ve görünür kıldığı hakikatler de işte bu sebeple içinde yaşadığımız toplumsal ve siyasal bağlamı anlamak açısından son derece önem taşıyor. Çünkü açlık grevlerinin yarattığı olağan dışı zamanda ve oluşturduğu olağanüstü iradenin parlak ışığında: Türkiye devleti ve Kürt muhalefeti, iktidar ve direniş, her zamankinden daha keskin ve kesin olarak beliriyor. Bu yazıda açlık grevlerinin ışığında Türkiye’de son on yılda yaşanmış siyasi ve toplumsal dönüşümü tartışacağım. Yazının birinci bölümünde açlık grevlerinin anlamını, bir sonraki bölümde tarihsel ve siyası bağlamını, en son olarak ise toplumsal etkilerini ele alacağım.
Açlık grevleri ya da genel grev
Walter Benjamin 1921 yılında yazdığı “Şiddetin Eleştirisi” isimli makalede hukuk ve şiddet arasındaki sıkı ilişkiden bahseder. Benjamin’e göre modern dünyada şiddet, ya kesintiye uğrayan devlet hukukunu yeniden tesis etmek ya da yeni bir hukuk düzenini hayata geçirmek için ortaya çıkar. Kapitalist modern devlet, kendi hukukunu devam ettirmek ve ona alternatif olan varoluşları imkansız kılmak için sürekli olarak şiddete başvurmaya mahkumdur. Polis ve askerin modern hukuk için önemi bundandır. Devlet yasası kendine alternatif yasallıkları, varoluşları ve imkanları yok etmek için gene kendi koyduğu kanunları asker ve polis aracılığıyla askıya alır, polis ve asker gücüne başvurarak şiddet uygular. Kimi zaman “sıkıyönetim” kimi zaman “derin devlet”e havale ettiği binbir çeşit kanunsuzlukla, kendi kurduğu kategorileri bozan düşünce ve pratikleri yok eder.
Benjamin’e göre faşizm, hukukun ve şiddetin, olağandışı olan ile normal ve gündelik olanın ayrışamaz biçimde ve bütünüyle üst üste binmesinin adıdır. Faşist düzende iktidarda konumlanmış kimlik öylesine tekleşmiştir ki, en ufak bir farkı bile büyük bir tehdit olarak görür. Herkesi aynılaşmaya ve iktidara ortaklığa çağırır. İktidara ortak olmamak suç haline gelir. Farklı olmak ihanetle eşitlenir. Ancak farklı olanı yok etmek için sıkıyönetim ya da derin devlete ihtiyaç duyulmaz. Hukuku askıya almak yerine yeni yasalar icat edilir. Her yeni yasa, devlete ve kolluk güçlerine yeni olanaklar sağlar, onları yargıçlaştırır. Her fark başka bir yasanın kapsamına girer ve cezalandırılır. Yargıçlar polisleşir. Faşizmde polis ve yargıç, kanun ve şiddet aynılaşır.
Yine Benjamin’e göre içinde her zaman bu tür bir faşistleşme potansiyeli taşıyan modern devlet hukuku -şiddeti tekelleştirmeye çalışsa da- kurulduğu günden bugüne başka bir şiddet çeşidinin meşruluğunu tam anlamıyla yok edememiştir. Bu şiddet çeşidi genel grevdir. Genel grev her ne kadar anladığımız geleneksel anlamda şiddet taşımasa da, Benjamin’e göre bir devrimci şiddet biçimi olarak görülmelidir. Çünkü genel grev var olan modern kapitalist hukukun içinde, o hukuka karşı bambaşka bir yasayı icra eder. Var olan hukukun tam ortasında bambaşka bir zaman, bambaşka bir ahlak, bambaşka bir olanak açar. Tıpkı şiddet gibi genel grev de yasa koyucudur. Bir süreliğine de olsa kapitalist devlet, genel grev karşısında kendi yok oluşunu tadar, modern dünyada tutulan o en büyük sır, yani kapitalizmin emeğe (devletin “ötekine” vs.) olan bağımlılığı açığa çıkar.
İşte 10.000 kişiye ulaşan sayısıyla açlık grevleri, Türkiye’nin siyasi ikliminde tam da böylesi bir genel grev olarak okunmalıdır. Türkiye’nin son birkaç yılında 1940’lar Avrupa faşizmine çok benzer gelişmeler yaşandı ve ülke bir yasalar, mahkemeler ve cezalar evrenine döndü. İktidarı tebrik etmeyen, onun teklif ettiği hazza ortak olmayan herkes cezalandırıldı. Kamusal alan siyasetten boşaltılıp AKP’ye yakınlık, sevgi, sempati, empati derecelendirmesine dönüştürüldü. Farkından vazgeçmeyi reddeden Kürtler canavarlaştırıldı, cinsiyetçi bir dille taciz edildi ve Türkiye’nin tamamıyla AKP’lileştirilmiş kamusal alanında ‘’musalla’’ muamelesi gördü. Hukuk bir cin çıkarma seansına indirgenerek, Kürtleri sivil hayattan atıp cezaevlerine gönderdi. İşte tam bu esnada ortaya çıkan açlık grevleri Kürt siyasi tutsaklarının bu şiddete karşı hamlesidir. Genel grevidir.
‘Saf yöntem’
Açlık grevleri Benjamin’in dediği anlamda bir genel grev olarak ele alındığında grevle ilgili gündeme gelen eleştiriler de kendiliğinden cevaplanmış olacak ve grevin yarattığı sonuçlar daha rahat görülecektir. İlk olarak şunu belirtmek gerekir ki, bir genel grev olarak değerlendirdiğimizde, açlık grevleri önceden kestirilebilecek bir sonuca endeksli bir mücadele yöntemi olarak değerlendirilemez. Ne seçeneksiz bırakılmış birtakım siyasi aktörlerin devlete boyun eğdirmek için çıktıkları bir ölüm yolculuğu ne de deyim yerindeyse körelmiş vicdanlara seslenen son bir nefestir.
Kürt siyasi tutsaklarının açlık grevleri, inkar edilen ve tasfiye edilmeye çalışılan Kürt halkının, Kürt siyasetinin, dilinin, önderliğinin ve varlığının doğrudan icrası ve tüm engellemelere inat dolayımsız bir şekilde gerçekleşmesidir. Açlık grevleri AKP’nin tutuklamalar, mahkemeler ve yasaklamalarla dayattığı hukuk düzeninin, muhafazakar ve kapitalist etik ve insan ilişkilerinin karşısında yükselen başka bir hukuk, ahlak ve toplumsallıktır. İktidarı paylaşmayan bir bütünlük ve hazzın habercisidir. Açlık grevleri ile birlikte, Kürt halk mücadelesinin tüm baskılara rağmen var olduğu ve olacağı, üstelik sadece var olmakla kalmayıp farklı bir ilişkilenme, irade ve disiplin, yani AKP’nin ürettiğine alternatif bir öznellik ve birliktelik ürettiği kanıtlanmıştır.
Bütün bu sebeplerden dolayı açlık grevlerini yöntemsel olarak eleştirmek ve onaylamamak, verili bir amaca uygunluk üzerinden tartışılan bir yönteme indirgemek yaşananları ıskalamakta. Açlık grevlerinin herhangi bir seçenek değil, tam tersine gerçekleştirildiği bağlamda yegane seçenek olduğunu görmek gerekiyor. Başka hiçbir eylem, son dönemde topyekûn olarak yanıltmalar, gizlemeler, inkar, imha ve gasplar, sahte iyimserlikler, ölülere fiyat biçen pazarlıklar, savaş tüccarlıkları, gıdım gıdım vermeyi iktidar sayan egemenlikler ve erkeklik sesleri, cezalar, tehditler, kinler, küsmeler ve gocunmaların gürültüsüne boğulmuş Türkiye siyasi alanını böylesi bir keskinlikle çatlatamaz, böylesi bir radikal fark yaratamaz, başka bir varoluş ihtimaline böylesi bir kesinlikle işaret edemezdi. Kısacası Kürt siyasi tutsaklarının açlık grevleri alışılageldiğimiz anlamda bir yöntem değildi; Benjamin’in “saf yöntem” dediği ve genel grevle eşitlediği, var olan yasayı geçersiz kılan ve yeni bir yasayı ayaklandıran bir şiddet eylemi, bir özgürlük icrası, bir yeni imkanın sahnelenmesiydi.
Buradan ikinci eleştiriye gelecek olursak, bazı çevreler Kürt siyasi tutsakların açlık grevlerinin talepler yerine getirilmemesine rağmen bitirilmesini anlaşılmaz buldu. Bu eleştiri birçok kez cevaplandırıldı. Bu cevaplarda, öncelikle grevin Abdullah Öcalan’ı bir kez daha barış sürecinin asli muhatabı olarak siyasi haritaya yerleştirerek önemli bir kazanım getirdiği belirtildi. İkinci olarak grevlerin hem müzakerenin, hem de yine Abdullah Öcalan’ın önderliğinin meşruluğunu tesis ettiği söylendi. Belki talepler yerine gelmedi ama grevler, gazetelere sızanlardan anladığımız kadarıyla müzakerelerin bitmesi ile birlikte ortaya çıkan yeni tecrit koşulları ve tutuklanmalar sonucunda Kürt hareketi ve önderliğinin güç kaybettiğine dair oluşan kanıyı tamamen altüst ederek, deyim yerindeyse siyasetteki kartları yeniden dağıttı ve Öcalan’ın elini güçlendirdi.
Üstelik grev, dışarıdaki halkı aynı amaç arkasında toparlayarak, Kürtlerin olmazsa olmaz taleplerinin; varlıklarının ve mücadelelerinin tanındığı adil ve kalıcı bir barış olduğunu tüm dünyaya duyurdu. Kürt halkı mecliste, cezaevinde ve sokakta, dilinden ve önderinden yani kültüründen ve siyasetinden vazgeçmeyeceğini, bu ikisinin bir bütün olduğunu ve tüm refleksleri, bilinci, bilinçaltı, ruhu ve bedenselliği ile bu bütünlüğün arkasında durduğunu bir kez daha göstermiş oldu. Yani kısacası Kürt hareketi, Kürt varlığı denilen şeyin AKP ve ona yandaş gazeteci ve aydınların söylediğinin aksine bir kültürel özellikler bütününden fazlası olduğunu dünyaya ilan etti. Kürt halkı bir din, dil veya kültür değil, bunların hepsi ve bunlara ek olarak bir tarihsel mücadelenin öznesi ve tanığıdır. Bir halk olarak dili varsa, bir siyasi özne ve tanık olarak da Kürtlerin önderi var. O yüzdendir ki bu harekette; yasal ve yasadışı, sivil ve gerilla, mağduriyet ve direnç, hukuki ve siyasi talepler bir arada ve beraber.
Ancak kanımca grevin elimizde bulunan dillerle anlatabileceğimiz ve nicel bir yöntemle kavrayabileceğimizden de öte bir anlamı var. Açlık grevlerinin en büyük kazancı Kürt hareketinin niceliksel ve niteliksel kapasitesinin sergilenmesi ve bu kapasitenin bir “hakikat” ve bir toplumsal güç olarak Türkiye kamusal alanındaki varlığının teyit edilmesi. Elbette ki Kürt hareketi Türkiye’nin her alanında siyasal, toplumsal ve kültürel bir güç olarak yerini çoktan almış durumda. Ancak burada gündelik siyaseti ve siyaset dilini aşan bir toplumsal güç ve hakikatten bahsediyorum. Nasıl ki genel grev, kapitalizme bir anlığına da olsa sonluluğunu tattırıyor, nasıl ki kapitalizmin nihayetinde sermayeden, topraktan ve teknolojiden daha çok emeğe bağımlı olduğunu açığa çıkarıyorsa, Kürt tutsakların açlık grevi de öncelikle AKP’ye, sonrasında ise Türkiye devletine kendi sonunun ihtimalini işaret etmiştir. Belki de bu yüzden süreç boyunca BDP bir cenaze dahi çıksa ülkede neler olacağını tarif etmekten çekinmiştir.
Son olarak açlık grevleri, AKP’ye, Türk devletine ve Türklere, varoluşlarının tam da Kürtlerin işbirliğine bağımlı olduğunu da sergilemiştir. Ya Kürtler küserse, topyekûn giderse, bırakır, vazgeçer veya biterse geriye kalacak vaat nedir? Vaatsiz, olmuş, bitmiş, bütünleşmiş bir devlet+millet+toprak; çoğunluğu tama tekabül etmiş bir hal, bir halleşme, neye benzer? Ve her şeyden önce böyle bir durumun ürettiği şey bir siyasi birim olabilir mi? İşte bütün bu kavramsal ve varoluşsal sorular 68 gün süren ve 10.000 kişiye ulaşan bu anıtsal açlık grevlerinin sordurduğu kimi bilinçüstü, kimi bilinçaltı sorulardır.
***
Tarihsel ve Siyasal Bağlam
Hakikati sömürge imparatorluğunun üzerine salmak
AKP iktidara büyük umutlarla birlikte geldi. Öncelikle, AKP’nin toplumsal tabanı ezilenlerden oluşuyordu ve Kemalizmin şerrinden en fazla etkilenmiş inançlı kesimin iktidara gelmesinin Kemalist orduyu ve ulusalcı derin devleti tasfiye edeceği bekleniyordu. Söylemsel düzeyde AKP, demokrasi, haklar ve özgürlükler dilini benimsemiş gözüküyordu ve inançlıların üzerindeki baskılara karşı mücadelesinde diğer ezilen kesimlerin çıkarlarını da gözeteceğine inanılıyordu. Ayrıca AKP, iyi komşuluk ilişkileri kurmaktan söz ediyordu ve Ortadoğu coğrafyasında adil ve demokratik bir liderlik oluşturma yolunda adım atacağını vadediyordu. Türkiye’de siyasetten az buçuk anlayan herkes Türkiye’nin demokratikleşmesi ve liderleşmesinin ancak be ancak Kürt sorunu çözülürse gerçekleşebileceğini biliyordu. İşte bundan dolayıdır ki tüm aksi işaretlere rağmen yakın zamana kadar birçokları AKP’nin -2005’te sözünü verdiği gibi- eninde sonunda Kürtlerle masaya oturacağına inanmak istedi.
AKP’nin Kürt politikası bugün anlatılanın aksine 2009’u dahi beklemeden, ta 2006’da AKP iktidara geldikten çok kısa bir zaman sonra kendini ortaya koydu. Bir kez daha tüm savaş kanunları hiçe sayılarak kimyasal silahlarla katledilen gerilla cesetlerinin Diyarbakır’a ulaşmasıyla başlayan olaylarda ölenlerin ardından Başbakan Erdoğan, önce o hiç ama hiç unutmayacağımız “kadın da olsa çocuk da olsa gerekenler yapılacaktır” cümlesini sarf etti. Ardından da Türkiye’de sivil yaşamın tesis edilmesinin imkanlarını bitiren Terörle Mücadele Kanunu (TMK) yasallaştı. TMK ile birlikte Avrupa Birliği ile müzakere sürecinde değişmiş tüm kanunlar daha da sertleştirilerek geri getirildi. Çok uzun uğraşılar ve emeklerle kurulmuş Kürt sivil toplum örgütleri, kısa bir nefesin ardından yeniden cendereye sokuldu. TMK, özellikle Kürtleri hedef aldığı aşikar olan maddeleriyle (yüzünü kapayarak eylem yapmayı yasaklayan veya “terör örgütüne” üye olmasa dahi örgütün amaçlarını paylaşanları terörist sayan maddeler gibi) Türkiye’de ırkçılığı yasal bir zemine oturttu.
Sonrasında olanlar çoğumuzun hafızasında; onlarca çocuğun, siyasetçinin ve gazetecinin tutuklanması; azarlamalara, sansürlere ve işten çıkarmalara tabi tutulmaları. Geçmişle yüzleşeceğini vadeden bir Başbakan ve geçmişin hayaletlerini yeniden uyandıran hukuki ve gayri hukuki düzenlemeler. Kürtçe isimlerin iade edileceğini söyleyen, Kürtçe televizyon kuran bir hükümet ve Kürtçe’yi tekrar tekrar bilinmez bir dil olarak fişleyen mahkemeler. Baskınlar, tutuklamalar… Tekrar azarlamalar, bağırmalar, çağırmalar… Tüm kamusal alanı, tek bir sese, Başbakan’ın sesine indirgeyinceye kadar daraltan yasak, sansür ve korkutmalar… 10.000 kişiye varan tutuklamalar. Ve nihayetinde Roboskî…
Mekanın AKP’lileştirilmesi
AKP’nin son on yılda Türkiye’de incelikle kurduğu düzenin dayandığı en önemli temel, Kürtlere yönelik kurumsallaşmış ırkçılık ve savaş politikası elbette. Ancak bu savaş politikasını, AKP yönetiminin dayandığı diğer iki temele bakmadan anlamak mümkün olmaz. Bu diğer iki temelden biri doğa, diğeri ise dil yağmacılığı. Bu üçünün (Kürtlere, doğaya ve dile karşı savaş) senkronizasyonu AKP’nin neoliberal makinasının kesintisiz çalışmasını garanti altına alıyor, AKP yandaşları ise bu makinaya köşelerinden büyülü kelimeler üfleyerek yaptığı büyük hasarı görünmez kılıyor.
Bilindiği gibi AKP son on yıl içinde 80 yıllık Kemalist rejimin kurumsallaştırmış olduğu birçok sembolü, alışkanlığı, fikri ve inancı yerinden etti. Askerleri yargıladı, ulusalcıları cezalandırdı. Kemalist rejim öyle büyük acılar yaratmış, öyle akla gelmez baskılara imza atmıştı ki, ardından yas tutanı pek kalmadı. Ancak AKP’nin T.C.’nin 80 yıllık tarihine karşı giriştiği çatışmanın sadece iktidarla olduğunu düşünenler büyük bir yanılgıya uğradı. AKP Türkiye’de aynı zamanda mekânın, dilin ve en önemlisi mücadelenin de tarihiyle büyük bir savaşa girişti. Türkiye’de doğaya dair olan her şeyin; AKP iktidarının rant arayışına, yeni bir sermaye sınıfı yaratma çabasına ve Dubai tarzı modernizm anlayışına kurban gitmesinin hikayesini bir başka sefer tartışmak üzere kenara koyarsak, AKP’nin Türkiye’deki en geniş çaplı icraatının kentsel dönüşüm olduğunu söylemek gerekir. Kentsel dönüşümün birçok boyutu ve anlamı var. Ancak şu an için sadece tek bir sonucundan bahsetmek yeterli. Kentsel dönüşüm öncelikli hedef olarak Türkiye’nin dört bir yanında bulunan gecekondu mahallelerini, kente büyük acılar, emek, kan ve mücadele ile ait olmuş, büyük bedeller ödeyerek yer tutmuş kesimlerin evlerini seçti. Yani AKP bir yandan şehri yağmalayıp, ucuza alıp, sermayeye peşkeş çekip, yeniliğin fetişleştiği estetik anlayışı ve merkezileştirilmiş kent hukukuyla mekânı yeniden inşa ederken, diğer yandan da ezilenlerin mücadele tarihini yok etti. Kentselde birikmiş olan hafızayı, o hafızanın işlenmiş olduğu haritayı temize çekti. Eğri büğrü sokaklarda, binbir çileyle aile apartmanına dönüştürülmüş, hayaller ve borçlar bitmediği sürece duvarları da bitmeyen meskenleri, TOKİ düzenine sığdırdı. Belediye, hükümet, zabıta, aile, mahalle ve siyasi partiler ekseninde kotarılmış hayatların tamamı mekânlarından ve geçmiş mücadelelerinden kopartıldı ve AKP’lileşti.
Dilin yağmalanması
AKP’nin mekânla olduğu gibi dille olan savaşı da mücadele tarihini yok etmek üzerinden ilerledi. AKP muhalefetin biriktirmiş olduğu tüm lügati tarumar etmek konusunda görülmemiş bir başarı gösterdi. Türkiye’de uzun yıllar sol muhalefet mücadelesinin başvurduğu tüm kavramlar, yüzleşme, demokrasi, insan hakları, baskı, şiddet, adalet, özgürlük vs. AKP tarafından gasp edildi. Bu kavramlar anlamını yitirdi ve birer iktidar manevrası haline geldi. “Yüzleşme mi dediniz? İşte Dersim özrü… Adalet mi dediniz? Peki Ergenekon yargılanmıyor mu? Baskı mı dediniz? Peki askerler sivil otoriteye bağlanmadı mı? Anadil mi dediniz? İşte televizyon” dendi. Bu söz karmaşasında Türkiye muhalefeti gittikçe daha duygusal, daha küskün, yorgun, melankolik bir dile hapsetti kendini. Latin Amerika’da darbe sonrası ortaya çıkan büyülü gerçekçilik akımını hatırlatırcasına ama tam tersine, buğulu bir gerçeklik içine boğdu yaşamı. Gözle görünen ve bilinen, bu yeni dilde görülmez ve bilinmezleşti. AKP, 1990’larda ve 2000’in ilk yarısında biriktirilmiş onca hak ve adalete dair kelimeyi mücadele tarihlerinden koparınca, dil tamamıyla keyfi kullanılan bir bohça haline geldi. İsteyen bohçadan istediğini çıkardı, istediği anlama yamadı. Kim en çok bağırırsa onun sattığı alındı. Dil de mekan gibi temize çekildi.
Kısacası AKP’nin neoliberal düzeni Türkiye’de Kemalizm ve devlete karşı girişilen tüm direniş mücadelesini hiçleyerek, tarihsizleştirerek unutturmaya dayanıyor. Mekânlar ve dil gasp edilerek hafızasızlaştırılıyor. 80 yıllık tarih sanki Kemalizm ile inançlıların, başı açıklarla kapalıların bir mücadelesiymiş gibi tekrar yazılıyor. Bu sayede Kemalizm bir parantez haline geliyor ve “Osmanlı” öznesi tekrar tesis edilerek tarihi yaşamına geri döndürülüyor. Kürtler ise bu kimlikle özdeşlebildikleri, yani ancak AKP’li oldukları ölçüde hak sahibi olabiliyor. Türkiye’nin tamamen iktidarlaştırılmış coğrafyasında; siyasetlerinden, mücadele ve direnişlerinden ayrıştıkları ölçüde iktidarda kendilerine yer bulabiliyorlar. İşte tam da bu konjonktürde, Kürt siyasi tutsakların açlık grevleri -bir önceki yazıda belirttiğim üzere- bu denklemi bozdu. Kürt kimliğini AKP’ye inat bir etnik kimlikten çok daha fazlası, bir mücadele tarihi olarak tekrar işaretledi.
Sömürge imparatorluğu
Kanımca Kürt siyasi tutsaklarının başlattığı açlık grevleri çok önemli bir hafıza siyaseti olarak da tarihe geçecek. Türkiye’deki muhalif mücadele tarihinin üç önemli olayına birden referans verdi grevler. Bunlardan birincisi, Diyarbekir cezaevinde Kemal Pir, Hayri Durmuş ve arkadaşlarının gerçekleştirdiği ölüm orucu -ki bu eylem Diyarbekir Cezaevi üzerinden Kürtlere dayatılan anlayışı ters yüz etmişti. İkincisi, 1999’da Öcalan’ın tutuklanması ve bunun Kürt halkının büyük fedakarlıkları ve direnişi ile sonuçlanmasından dolayı, Türkiye devletinin Avrupa Birliği ile sürdürdüğü müzakereleri bahane ederek idam cezasını kaldırması. Üçüncü olarak da 1996 ve 2000 ölüm oruçları. O dönemde yaşananlar ve 19 Aralık Hayata Dönüş Operasyonu’nun farklı kesimlerde yarattığı travma sır değil. Bunu bir sonraki yazıda ele alacağım. Ancak şu an için altını çizmek istediğim, açlık grevlerinin AKP’nin tarihsizleştirme siyasetine karşı hafızayı hareketlendirmesi ve Türkiye’nin siyasetten boşaltılmaya çalışılan mekânlarının tamamına ve tam hızla siyaseti sokması. Tutuklamalarla gasp ettiği, hijyenleştirmeye çalıştığı kamusal mekanı, tutukladıklarının ta kendilerinin cezaevinden uzanarak yeniden insanlılaştırması.
Açlık grevleri sayesinde Türkiye’de AKP’nin anlattığı ve AKP ile ilgili anlatılan ilerleme hikayesi de sekteye uğramış oldu. Gene bir önceki yazıda belirttiğim gibi, Kürtlerin 2006’dan beri süregelen büyük felaketler tarihi açlık grevleriyle gündemleştirildi. Üstelik de yakın tarihin üç büyük anısı aynı anda parıldatılarak, direnişin gücü ve sürekliliği hatırlatıldı. Başbakan Erdoğan’ın bu büyük parıltı karşısında gazetede çıkmış bir resme sarılarak, kebap, kuzu gibi kelimelerde medet umması, tüm dünyanın gözü önünde sayıklaması, kanımca AKP’nin büyük düşüşünün başlangıç noktası olarak hatırlanacak. Açlığa yatırılmış bedenler tüm maddi gerçeklikleri, canlandırdıkları onca hafıza parçası ve uyandırdıkları büyük duygulanımla AKP’nin dilini kekeme hale getirdi. Hakikati dışlayan bu fetişleşmiş dile, bedenin ve deneyimin hakikatini yeniden soktular. Peki neydi bu hakikat? Türkiye’de Kemalizmi ve AKP düzenini ortaklaştıran ve Kemalist özne yitildiğinde dahi Türklük olarak sarsılmadan yerinde kalan, Osmanlılık hayallerini kanlı, canlı tutup bugüne uyarlayan, yitmeyen, gitmeyen, bugünü mümkün kılan hakikat?
Hakikatin sömürgeciliğin üstüne salınması
Birçoğumuz Türkiye’de son birkaç yılda yaşananların 1990’larda yaşananlardan daha ağır olduğunu söylüyoruz. Oysa 90’lar köy boşaltmaların, fail-i meçhullerin, katliamların, kaybetmelerin, büyük çatışma ve kayıpların yaşandığı ağır savaş yıllarıydı. Nedir şimdi daha kötü olan? 1980’ler Türkiye’si sıkıyönetimlerin, olağanüstü hallerin yıllarıydı; 1990’lar ise derin devletin, yani ordu, mafya, gladyonun. Bu yıllar boyunca kendimize anlattığımız devlet hikayesinde iki motif egemendi. Birincisi, devletin şiddeti, baskısı, ayrımcılığı ve ırkçılığı yasadışı olarak örgütlenmişti. İkincisi, bu devletten yarı bağımsız yasadışı örgütlenmenin yaptıkları Türk halkı tarafından bilinmiyordu. AKP iktidarı bu yasadışı örgütlenmeyi tasfiye etti. Artık devlet derin değil, ordu sivil otoritenin kontrolü altında ve Kemalist ulusalcılık ideoloji olarak iflas etti. Öte yandan, Türk halkı Kürtlerin ezilmişliklerini ve baskısını bilmekle kalmıyor, 2006’daki ayaklanmalarda yaşanan ölümlerle başlayarak, olan biteni naklen seyrediyor ve tutuklanmalara, yasaklamalara, çatışmalara rıza veriyor. Hakikat şu ki, Türkiye Cumhuriyeti derinliğinden, Kemalizminden ve oligarşisinden soyununca geriye saf bir sömürge imparatorluğu kaldı. Bu sömürge imparatorluğu emperyalist hırsları olan, kendi egemenliğinin altını sürekli çizen, deniz aşırı ülkeleri -kimini yakından kimi uzaktan- yönetmeye hevesli, Ortadoğu’nun tüm geleceğini benmerkezci okuyan, kendinden başka her şeyi küçük gören bir imparatorluk. Kürtler tehlikeli olduğu için ya da vatan bölünme tehlikesi içinde olduğundan değil baskılar, yasaklamalar, tutuklamalar. AKP’li Türk egemen kimliği, bütünlüğünü, Kürtlerin alternatif siyasi örgütlülüğünü, ahlakını ve yasasını yok etmekten alıyor. Bu yüzdendir ki Kürtçe savunmaya izin verilebilir, ancak şartlara bağlı olarak. O son derece keyfi şartlar devletin ve yasanın Türklüğünün altını çizdiği için gerekli.
Sömürge imparatorluğu zihniyetinin belki de en açıkça ortaya çıkması, saklanamaz hale gelip sıradanlaşması, halkın açlık grevlerini desteklemek için sokağa dökülmesiyle gerçekleşti. İki kişiyi bir arada yürütmeyen, yani Kürtlerin iki kişi dahi olsa siyasi bir irade oluşturduğunun farkına varmış zihniyet hiçbir zaman olmadığı kadar 19. yüzyıl İngiltere’sini, Fransa’sını ve elbette IV. Murad’ı, Abdülhamit’i hatırlattı. Kürtler ile ilgili yasa tasarılarının tamamında, hakları verip sonra da gıdım gıdım geri almaya çalışan maddeler, evlerin içine girerek özeli tamamen ihlal eden dinlemeler, okulda, işyerinde, gazetede takipler ve daha nice yeni teknikle Türkiye devleti modern teknolojilerin tamamını harekete geçiren bir emperyalist yakınlık kurmaya kalkıyor Kürtlerle. Sömürgeleştirmeye çalıştığı Kürt halkını her yerde yakın markaja alıyor. Açlık grevleri, devletin en yakınında, cezaevinde, teni teninde, eti etindeyken yapılan bir eylem olarak üstelik de sayıyı 10.000’e vardırarak T.C.’nin yeni formunun karşısına tüm mücadele tarihiyle birlikte dikiliverdi. Hakikati imparatorluğun üstüne salıverdi.
Toplumsal Bağlam
Yeni dönemin evrensel çağrısı
Kürt siyasi tutsakların 68 gün boyunca sürdürdükleri açlık grevleri, uzun yıllardır karşılaştığımız en büyük halk hareketliliğine sebep oldu. Üstelik bu hareketliliğin son derece kendiliğinden bir boyutu da vardı. 10.000’leri cezaevine konulmuş bir hareketin örgütlü yapısının ciddi zarara uğramış olması elbette ki olağan. Ancak bu gerçek kimseyi durdurmadı. Tam tersine Kürt hareketinin grevler karşısında gösterdiği yaratıcı direnç, sokakta, sosyal medyada, evde, okulda, tam da cezaevinden gelen mesajlar doğrultusunda hayatın tamamını bir mücadele alanına çevirmesi, açlık grevi eyleminin daha önceki iki yazıda tartışmaya çalıştığım anlamlara kavuşmasını sağladı. Gerçekten de eylemlerin yaratıcılığı başlı başına bir analiz gerektiriyor. Burada sadece açlık grevi çerçevesinde beliren üç yaratıcı eyleyiş halinden bahsederek asıl konu etmek istediğim meselelere geçeceğim.
Üç yaratıcı eylem hali
Birincisi sosyal medya açlık grevleri sırasında bütünüyle iktidarın uydusu haline gelmiş ana akım medyaya kafa tutarak, örgütlenmeyi sağlayarak, örgütsüz kesimleri eylemlere dahil ederek ve tüm takipçileri geçtiği haberlerle yek vücut hareketlendirerek ciddi bir rol oynadı. Nasıl ki açlık grevleri AKP’ye sonunu tattırdı, sosyal medya da ana akım medyanın olmadığı yeni bir iletişim ağının imkanını gösterdi. Başbakan söyleyinceye kadar, kamusal alanda vücut bulamayan, medyada ses olamayan açlık grevleri, sosyal iletişim ağlarının demokratik kamusal alanında her türlü heyecanlı ve eleştirel tartışmaya vesile oldu.
İkincisi Kürt gazetecilerin birkaç yıldır ciddi mesai harcayarak oluşturduğu görsel kültür de olan biteni ortak anlamlara kavuşturmak konusunda önemli bir rol oynadı. Çeşitli haber sitelerine düşen, kadınların, gençlerin ve çocukların eylem fotoğrafları, tankların durağanlığına, gaz bombalarının sisine inat, hareketli, esnek, direnen, kıvrak, renkli bedenleri resmetti. Böylelikle Kürt hareketini bir ideoloji, eyleyiş ve etiğin yanı sıra bir estetik biçim olarak da dünya tarihine yerleştirdi. Görmediğimiz, özlemle, hasretle, sılayla kavuşmak istediğimiz grevdeki bedenlerin yerine, halkın sıradan bedenleri bu fotoğraflarla geçti. Dışarıdaki ve içerideki eylemler, fotoğraflar sayesinde birbirini ikame etti. Resmi olmayan, gözle göremediğimiz açlık grevleri böylece sokaktaki halkın bedeninde cisimleşti. Aynı resimler, devleti de kuşkuya yer bırakmayacak derecede bir katillikle işgal ve kolonyal kimliğiyle tahayyüllere kazıdı. BDPli vekillerin “devlet” diye başvurduğu ama bulamadığı valinin boşluğunu, devletin daha fazla polisle, TOMA’yla, çevik kuvvet, cop ve sisle doldurmaya kalkışması hafızalara yazıldı.
Son olarak açlık grevlerinin bir eylem biçimi olarak halk arasında gittikçe daha fazla yaygınlaşması da beklenmedik sonuçlar doğurdu. Önceleri cezaevi içindekiler de dahil bir çok siyasal aktör, açlık grevlerinin bir cezaevi eylemi olduğunu, dışarıda başka tür eylemlerin yapılması gerektiğini vurguladı. Ancak sıkılan gazın, eylemleri kısa kesip, gençler dışında tüm halkı alanlardan atması, sokağın bilhassa Kürt illerinde, gittikçe daha fazla polisle tutulması ve birçok sivil kurumun baskılanması sonucunda Kürtlerin yaşadığı her yer bir cezaevine dönüştürülünce, açlık grevi sadece içeridekiler için değil dışarıdakiler için de başvurulması elzem bir eylem biçimi haline geldi. Ancak bu da beklenmedik bir sonuca vardı. Devlet baskısına karşı örgütlenmiş ve dışarıda cezaevileştirilmiş alanlarda toplu veya tek başına yapılan açlık grevleri sayesinde halk “hepimiz KCK’liyiz” düşüncesini eylemiş, icra etmiş oldu.
Açlık grevlerinin olağan üstü zamanı bir öfke hali değildi. Bir hesapsız kızgınlık hastalığına tutulmamıştı kimse. Egemen duygu keşif bir özlem, büyük bir kavuşma arzusuydu. Açlık grevleri AKP’nin ilerlemeci, kapitalist, seküler zamanının tam ortasında ilahi bir zaman açarak, öndere, yoldaşa, tarihe, kıza, oğula kavuşmayı bir eylem, bir var olma biçimi, bir ideoloji, bir etik ve estetik olarak üretti, icra etti. Sosyal medya, fotoğraf ve açlığın demokratikleşmesi (açlık grevinin yaygınlaşması, sivilleşmesi) bu üretimin teknolojileri oldu. AKP’nin kullandığı savaş teknolojilerine, gaza, dinleme cihazlarına, medya propagandasına, mekân, dil ve kimlik gaspına inat…
Açlık grevleri ve toplumsal sonuçları
2000’lerin başından beri Türkiye’de Kürt, Türk tüm muhalefet cephesinin söylemlerini ve pratiklerini dayandırdıkları ortak bir fanteziden bahsetmek mümkün. Burada fantezi kavramını sadece hayaliliği ya da gerçek dışılığı vurgulamak için kullanmıyorum. Fantezi derken daha çok altını çizmek istediğim, Türkiye’de birbirinden farklı konumlarda duran birçok kesimi ortaklaştıran, beraber hareket etmelerine, aynı evreni paylaşmalarına olanak veren, diyaloglarının imkanlarını ve sınırlarını yapılandıran bir siyaset ve toplum okuma, yorumlama biçimi. Bu fantezinin birinci varsayımı, Türkiye’de Kürt sorununun çözülmesinin önündeki en önemli engelin Türklerin Kürtlerin mağduriyetlerini yeterince bilmemeleri olduğu. Yani zorunlu göç, faili meçhuller, kayıplar, 1990’lar, baskınlar ve fişlemeler bilinse, PKK gerçekliği de anlaşılacaktı. Mağduriyetlere empati duyanlar, kendiliğinden, direnen faillerle de ilişkilenebilecekti. Son 20 yılın tarihi bunun tam aksini kanıtlayacak onlarca örnekle doluyken ve mağduriyetler karşısında en etkin isyan sözcüklerini bir araya getirenler dahi, aynı mağdurların faillikleri karşısında çeşit çeşit lanetler okurken bile yine de bir dolu muhalif aktör bu fantezi çerçevesinde “vicdanlarda” yer aramaya devam ediyor.
Bu fantezinin dayandığı ikinci öğe ise devletin rasyonel bir birim olarak kodlanması. Bu kodlamaya göre devlet “mantık çerçevesinde” çıkarlarını tartan, dengeleri gözeten, ölçülü davranan, hatta ölçülü olmayı önceleyen ve nihayetinde ikna mekanizmaları çalıştırılarak muhattaplaştırılabilecek tutarlı bir siyasi aktör. Bu fantezi çeşitli aktörler arasında rol dağılımı da yapıyor. Buna göre BDP Kürtlerin “acısını” doğru bir dille ifade etmesi gereken tercüman, Türk halkı devleti ikna edecek aracı, potansiyel “dost”, devlet ise asıl muhattap.
Uzun süredir barış hareketlerini ve muhalif kamusal siyasetin söylem ve pratiklerini belirlemiş ve “halkların kardeşliği” sloganıyla özetleyebileceğimiz bu fantezi son birkaç yıldır zaten çökmeye başlamıştı. Açlık grevleri ile birlikte yadsınamaz hale gelen hakikatler, grevin sunduğu alternatif yasa, etik ve öznellikler, bu fantezinin açık olarak isimlendirilmesi, işaretlenip kenara konması ve önünü tıkadığı başka siyaset biçimlerine yol vermesi için bir fırsat oluşturuyor.
Öncelikle bu fantezinin öcüleştirdiği, mantık dışına atıp kendinin ötekisi olarak kurduğu bazı Kürt öznelliklerini hatırlayacak olursak: 2006 (ki bu yazı dizinin ilk yazısında da belirttiğim gibi kanımca bu tarih AKP-Kürt siyaseti için çok önemli bir milat) Diyarbakır olaylarında sahneye çıkan Kürt gençleri ve çocukları, kamusal yaşamda siyasetin öznesi olarak belirdikleri günden itibaren Türk demokratları tarafından kurtarılması gereken travmatik bir nesil, Kürt siyasetinin önde gelen isimleri tarafından ise idare edilmesi, kontrol edilmesi, durdurulması gereken, rasyonalite dışı varlıklar olarak işaretlendi. Müzakere edilemeyeceklerinin, bildiğimiz anlamda siyasete (aslında bahsettiğim fanteziye) katılamayacaklarının (asimile edilemeyeceklerinin) altı çizildi. Kürtlerin son otuz yıldır yaşadığı felaketler tarihinin geldiği noktada aslen hem tanık hem de direnişçi olan bu çocuklar ve gençler, Kürt hareketi tarafından dahi masalara oturamayacak, rasyonel yaşamın içine sokulamayacak, özne olamayacak, ancak ve ancak popülist siyasetlerde adı geçirilebilecek, başı sıkışınca alanlara sürülecek semptomlar olarak resmedildi. Açlık grevlerinde ise alanları tutan, polise “etrafınız sarıldı teslim olun” deyip hüzne espri katan, eylemlerde sloganları sertleştirip “hakikileştiren” ve nihayetinde bedenlerini siper edip barikatlarla diğer eylemcileri gazdan koruyup kısa süreli zafer tattırtanlar, onlar oldu. Kısacası çadırlarda Kürt anaları, sokaklarda çocuklar bu hareketin tercüme edilecek ham maddeleri değil, asıl özneleri olduklarını bir kez daha gösterdi. Müzakere masasında onlara yer açmak gerekecek.
İkinci olarak açlık grevleri, kanımca yukarıda sözünü ettiğim fantezinin bir diğer öğesinin daha yıktı. Geçen yazımda bahsettiğim gibi 1990’lar ve 2000’lerin ilk yarısında üretilen insan hakları ve demokratikleşme dili ne yazık ki 2000’lerin ikinci yarısında AKP tarafından zaten gasp edilmişti. Ancak muhalefetin bir “uzlaşma” dili olarak ürettiği demokratikleşme dili eğer gasp edilmemiş olsaydı da istenen sonucu veremezdi. Çünkü nihayetinde dilin uzlaştırıcı gücü ancak ona uygun kurumlar oluşturulursa olabilir. Birbirinden radikal şekilde ayrılmış dünyaları dil uzlaştıramaz. Bir yanda savaş, şiddet, ayrımcılık, sömürgecilik ve işgal altında büyüyen Kürtlerin Kürtçe dünyası ile diğer yanda Kürtlerin ezilmesinden doğrudan toplumsal kazanç ve iktidar sağlayan ayrıcalıklı Türklerin dünyasını “dil” ikna yoluyla uzlaştıramayacaktır. Uzlaşma ihtimalini halihazırda ayakta tutan tek şey BDP’nin anayasa taslağı. Umarım bir gün sivil toplumun tüm alanlarının katkısıyla ve Kürtler liderliğinde hazırlanmış bu taslak birlikte yaşamanın kontratı olsun.
Şu anda önümüzdeki meselelerden biri bugüne kadar birlikte hareket edilmesini sağlamış olan demokratikleşme fantezisinin yerine ne konulacağı. Kanımca cezaevindekilerin 5 Ekim’de yaptıkları açıklamada kullandıkları ifadeler ve Türklere verdikleri ödev (“Kardeş Türk halkına, Türkiye’de yaşayan tüm halklara, duyarlı tüm çevrelere, eylemimize güç katmaya, ve ayağa kalkan halkımıza el vermeye, destek olmaya çağırıyoruz”) bundan sonra hangi varsayımlarla siyaset yapacağımızın anahtarını oluşturuyor. Bu yazının muhtelif yerlerinde bahsetmeye çalıştığım gibi, açlık grevleri ile birlikte ortaya çıkan hakikat AKP ve Kemalizmi ortaklaştıranın Kürtleri sömürgeleştirme arzusu olduğudur. Dün bu arzu ulusalcı bir çerçeve içinde uygulanıyorduysa, bugün bu sömürgeleştirme emperyalist bir formatla yeniden gündemde. “Türk,” bir halk olamamasını, devlette kodlanmış bir egemenlik biçimi dışında, Kürtlerle girilmiş bir ilişki biçimi dışında var olamamasını bu sömürgeleştirme arzusu ve pratiğinde aramalı. Tam da bu yüzden Türkler ancak ve ancak bu sömürgeleştirme ilişkisine direnerek, karşı çıkarak halk olabilecek ve ancak Kürtçe tüm kamusal kullanım haklarına kavuştuğunda, Türkçe de iktidarın elinden, keyfi bir bohça olmaktan kurtulup kendi direniş tarihine kavuşacak.
Açlık grevleri 1996 ve 2000’de, ondan önce ise 1980ler döneminde Türk sol siyasetinin girmiş olduğu açlık grevlerine ve ölüm oruçlarına da referans yaptı. Kürt siyasal tutsaklarının yaptığı açlık grevlerini sahiplenen Türk solu, devrimci ve demokratlarının bu grevi “empati” duydukları için değil kendi isyanlarını hatırladıkları için böylesi bir coşkuyla karşıladıklarını düşünüyorum. Yani Türk demokratları ve devrimcileri için, grevler; empati, sempati, tercüman, aracı gibi rollerin bir yana konulup, “direnen” aktör olarak tarih sahnesine girebildikleri bir alan yarattı. Sömürgeciliğe direnmek, bitmesi için “bedel ödemek” yeni dönemin evrensel çağrısı. Açlık grevleri bu çağrıyı yükselterek, aracı, tercüman, empati duyan vicdan vs. gibi karşılıklı taşralaştırıcı özne hallerini de aşmış, aşındırmış oldu.
Sonuç Yerine:
Uzlaşmayı mümkün kılacak şeyin ikna değil güç olduğunu bize belki de en acı bir dersle yine AKP öğretti. Son üç yılda yaşananlar ise bir yanda Kürtler ve Türkiye devrimci demokratlarının, diğer yanda ise devlet ve AKP’nin gücünün imkanları kadar sınırlarını da göstermiş oldu. Bu sınırlar Ortadoğu konjonktürü, ekonomik, coğrafi, toplumsal, kültürel, siyasi sermayelerin eşitsiz dağılımları çerçevesinde belirleniyor. Bu eşitsizlikte Kürtleri “galip” kılanın hakikat olduğuna inanıyorum. Açlık grevleri bunun bir veçhesi. Dünyanın dört bir yanında muhalifler destek verdi. Allah kimseyi “Tüm dünyaya sesleniyorum! Kuzu kebap yiyorlar!” durumlarına düşürmesin.