Anneliği Yeniden Düşünmek: Annenin Kanunu Olur Mu?

Jineoloji Dergisi – Sayı 18 – Temmuz  Ağustos Eylül 2020

Bu yazıda Jineoloji dergisi okuyucuları ile son bir senedir annelik üzerine düşündüklerimi paylaşmak istiyorum. Bu düşüncelerin bir kaç farklı izleği var. Öncelikle o izleklerden bahsedeyim. Bunlardan birincisi şu sıralarda yazma çabasında olduğum bir kitapla ilgili. Bu kitapta Kürt Özgürlük Hareketi’nin ortaya çıkardığı üç kadın figürünü ele alıyorum. Bunlar anne, kadın siyasetçi ve kadın gerilla figürleri. Kitapta bu figürlerin bedenleri, sesleri, kurdukları birliktelikler, edim ve eyleyişler ve ortaya çıkardıkları estetik ve etiğin, Kürdistan coğrafyası ve onun ötesinde yeni bir siyasi kozmolojinin temelini oluşturduğunu iddia ediyorum.

Bu kozmoloji, modern siyasetin dayandığı varsayımları, siyaset içi ve dışı arasında çizilen sınırları, hukuk içi ve dışı olarak kabul edileni, kutsal ve günah kavramlarını ve gelecek, bugün ve geçmiş dizilimini altüst ederek tahayyüllerimizi açan ve katmanlandıran bir kozmoloji. Bu kozmoloji bize egemenlik başta olmak üzere bir çok siyasi kategoriyi yeniden düşünme ve düşleme olanağı veriyor.  Bu kitap bağlamında anne figürü ve anne figürünün siyasi alandaki görünürlüğü ve edimleri ile haşır neşir olurken, annenin devletin egemenliğine karşı nasıl bir tehdit oluşturduğunu inceleme fırsatı buldum. Anne figürü, siyasi platformlarda göründüğü ve anne olarak sarf ettiği emeğin karşılığını bir hak olarak iddia ettiği ölçüde, siyasetin çoktan cevaplandırdığını ya da paranteze aldığını düşündüğü kimi soruları yeniden tartışmaya açarak, devlet merkezli ve kamusal-özel ayrımlarını normalleştiren egemenlik biçimlerini temelden sarsıyor. Kanımca bu nedenle her ne kadar feministler olarak, anneliği kadınları hizaya sokmak için kullanan tüm iktidar biçimlerine karşı yapı bozuma uğratmaya devam etmemiz şart olsa da, aynı anda anne figürünün var olan siyasi kozmolojiyi sarstığı anları çoğaltmaya yatırım yapmamız da gerekir. “Anne” elbette özsel bir kimliğe vurgu yapmamalı ve kadınların annelik dışında onlarca var oluş biçiminin üstünü kapatmamalı. Ancak şunu da unutmamak gerekir annelik toplumsal bir emek biçimine işaret ediyor. İnsanların devlet karşısında soyut birer hak sahibi olmadığını, birbirleri üzerinde ve devlet dolayımı olmaksızın gerçekleştiren çeşitli emekler ve haklar sahibi olduğunu gündeme getiriyor. Devlet hukukunun bu hak ve emekleri görmezden gelen egemenlik biçimlerine baş kaldırıyor.

Anneliğe duyduğum ilginin ikinci izleği ise Jin Tv televizyon kanalı için yaptığım bir dosyada dünyanın beş kıtasında ve çok farklı uygarlıklarda ortaya çıkmış mitolojilerin neredeyse tamamında anneye atfedilen ortak özelliğin, zıtlıkları bedeninde barındıran bir kutsallık olduğunu fark etmem. Feminist psikanalitik teorinin iki dahi öncüsü Julia Kristeva ve Catherine Clement, Dişi Kutsal adıyla kitaplaştırdıkları mektup yazışmalarında dişi bir kutsallık arayışına giriyor ve bunu kültürel olarak kurgulanmış zıtlıkları bir arada içinde bulundurabilme, gündelik hayatı sürekli dönüştürebilme ve başkalaşmaya yol açma ve yol verme kapasitesinde buluyorlar. Anne bedeni bu anlamda embriyoyu bebeğe, yok olanı var olana dönüştürebildiği, kültürel ve doğal olanı aynı anda ve bir arada içerdiği ve kendinin başka bir bedenle yapışık yaşamasına tahammül edebildiği, onun tarafından içilen, rutini bozulan ve canı acıtılan olmayı iyi ya da kötü bir başkalaşma olarak deneyimlediği için “dişi kutsalın” arketipi.  Dişi kutsal, eril kutsaldan farklı: Eril kutsala toplumdan ayrıştırılarak tapınılıyor, eril kutsal günlük hayatın dışında ve üstünde tutuluyor, tabular ve fetişlerle düzenleyici ve cezalandırıcı edimlere alan açıyor: dişi kutsal ise toplumun tam içinde toplumun karmaşasını ve kendini yeniden üretiş deneyimini bedenleştiriyor. Yaşamla ölümün, yoklukla varlığın, pislikle temizliğin, kendine başka, başkasına kendin oluşun, değişim ve dönüşümün birlikteliğine işaret ediyor. Bu farklı kutsallıklara dişil ve eril adı verilmesi burada da özcü bir yaklaşımdan çok, tarihsel ve toplumsal olarak belirlenmiş olan “şimdi” de eril ve dişilin farklı konumlanışlarının altını çiziyor. Bu analizden bir ödev çıkartılacaksa bu ödev, eril kutsalın sorgulanması ve yıkılması ve bu sayede toplumdaki asıl büyülü olanın, yani emek ve sevginin gücünün ortaya çıkartılması.

Mitolojideki anne figürlerinin bir çoğu işte Kristeva ve Clement’in mektuplaşmalarında ortaya attıkları bu düşünceleri hikayelendiriyor ve zıtlıkların birlikteliğini kutluyorlar. Anne hemen hemen tüm mitolojilerde sadece sevginin, doğurganlığın ve yaşamın simgesi değil. Aynı zamanda anne korkunç bir öfkeyi de içinde barındırabiliyor ve dünyaya seller, ejderhalar, lanetler ve felaketler de getirebiliyor. Mezopotamya topraklarının en bilinen mitolojilerinden Tiamat ve Marduk’un hikayesinde, Tiamat eşi Apsu öldürülünce kendi çocuklarına bedeninden çıkarıp saldığı türlü yaratıkla korku salıyor. Hindu mitolojisinde hem anne hem de acımasız bir katil olan Devi, İskandinavların hem doğurganlık ve bereketin hem savaşın tanrıçası olarak gördükleri Freya, Afrika’da çocukları koruyan ancak öfkeye kapıldığında tüm karaları suya boğan Yemosha, Taimat’a benzeyen anne-tanrıçaların bir kaçı.

Şunu da belirtmek gerekir ki anne tanrıçalara atfedilen bu ikilik tüm mitolojilerde illaki Tiamat’ın hikayesindeki gibi bir felaketle sonuçlanmıyor. Gerçekten de erkek egemen toplumun annelik ve kadınlık hakkındaki fantezilerinin en açığa çıktığı bir belge olarak Tiamat mitolojisinin üzerinde özel olarak durmaya değer. Tiamat, Yunan mitolojisinde Zeus’un Metis’i yutarak Athena’yı kafasından doğurmasına benzer bir biçimde, erkeklerin kadın ve kadının doğurganlık gücünden tamamıyla kurtulma arzularını dramatize ediyor. Nihayetinde Taimat’ı öldüren ve bunun karşılığında taç, taht ve kılıç sahibi olan Marduk, Apsu’nun öldükten sonra geriye kalan sularında, oğlu Ea ile birleşmesinden tohumlanıyor. Yani kadına hiç bir yer bırakmayan, erkek-erkeğe, bir doğumun ürünü.

Öte yandan erkek egemen toplumun anneden korkmakta ve ondan kurtulmak istemekte haklı bir payı olduğunu teslim etmek gerekir. Bebek anne tarafından beslenip büyütüldüğü gibi yine onun tarafından bir lahzada yok da edilebilir. Annenin bebek üzerinde mutlak bir gücü var. Hangimiz belki bebekken değil ama çocukken bu mutlak gücü hissetmemişizdir ki ve hangimiz bu gücün bize dayattıkları sebebiyle annemize minnettarlığın yanı sıra bir öfke de beslemeyiz? Erkek egemen kültürler bu mutlak gücü unutmak için anneyi ezer, toplumsal ve siyasal olanın dışına çıkartır, bir yandan tüm kadınlara model olarak öne sürerken bir yandan da kültürel olarak dışladıkları her şeyi anneliğe boca eder ve anneyi tamamen nesneleştirirler. Feminist yazın ise bu mutlak gücün anne tarafından kullanılmayışını öne çıkarır. Annenin kendi mutlak gücü ile aynı anda bebeğin, yani topyekün güçsüz olanın ihtiyaçtan ve tekillikten kaynaklı mutlak gücünü deneyimleyişine odaklanırlar. Çünkü insan bu karşılıklılık içinde yeşeren bir varlıktır.

Yıllardır kadın hikayeleri dinliyorum. Kadınların hikayeleri bu karşılıklılığın belli birer tarihsel ve toplumsal bağlamda aldığı veçhelerin örnekleri ile dolu. Üvey babası tarafından küçük yaşta bir askerin tecavüzüne maruz bırakılan ve annesinin buna onay vermesini hala hazmedemeyen Mardin’li bir kadın var aklımda mesela. Şimdi yatalak olan annesinin başucunda onun yaptığı kötülükleri anlatmaktan iştahla haz alan bir kadın. Dilsiz annesinin dilsizliği sebebiyle dile doğrudan babası aracılığıyla sokulmuş bir Kayserili kadın var sonra. Hala kendini ifade edecek kelimeleri olmadığını, tüm arayışının kirlenmemiş kelimeler olduğunu anlatan, sözcükleri kusarken, sigaraları yutarmışçasına içen bir küçük büfe sahibi. Ya da annesi eşinden boşanınca onu mecburen terk ederek babasının ailesine bırakan Sivaslı bir Alevi kadın geliyor aklıma. Büyük bir aşkla kaçtığı üç çocuklu adamın çocuklarına bakmaktan korkunç bir keder ve sıkıntı duyan, annesinin yıllar önce bıraktığı boşluğu şimdi bir başka hayatta, bir başka hanede doldurmaya çalışan beyaz tenli, kırmızı saçlı gencecik bir kadın.

Bu tür hikayeler beni annelikle ilgili üçüncü izleğime getiriyor. Belki okuyucuları şaşırtacak ama şu sıralar psikanalize derin bir ilgi duyuyorum. Jineoloji tarihin ve toplumun rasyonel düşünceyle, neden-sonuç ilişkisiyle veya olaylar dizgesiyle anlaşılamayacağını iddia ediyor. Bunun ötesinde bir bilgiye; sezgisel ve duygusal bir bilgiye ihtiyaç olduğunu saptıyor. Bu sezgisel bilgi arayışında, toplumun “genlerine” sinmiş bazı kodları ortaya çıkartmak için mitoloji, anlatı, ve özellikle kadınların şimdi sebebini unutmuş olsalar dahi kuşaktan kuşağa aktardıkları pratiklere bakıyor. Bunlar sayesinde hem kadınların yıllardır geliştirdikleri öz savunma biçimlerine ve toplumu üretim emeklerine hem de erkeklerin kadınlar üzerinde tahakküm kurmak ve bu tahakkümü doğallaştırmak için anlattıkları hikayelere ve bu tahakkümün binlerce yıldır geliştirilen aşamalarına ışık tutuyor. Psikanaliz batı kapitalist modernite mecrasında, neden-sonuç ilişkilerinin ya da rasyonel ve pozitivist bilginin çözemediği tarihsel ve toplumsal süreçlere bakmanın metodolojilerinden biri. Şu sıralar psikanaliz dışında bu işi yapmanın başka yöntemleri de revaçta. Örneğin kimleri Spinoza’dan, kimiler ise fenomenolojiden beslenen ve farklı kuramcıları bir araya getiren duygu sosyolojisi ve yeni maddeci çalışmalar da bu arzuyla yola çıktılar. Benim psikanalize ilgimin sebebi, psikanalizin tarihin ve toplumun biçimlenişinde sözcükler ve imajların, bilinç altı ve bilinçdışının, maddelere, söylemlere, ideolojiler ve hikayelere işlenmiş fanteziler ve arzuların itici, kesici, duraklatıcı, dondurucu ve bulaşıcı gücünü deşifre etmesi ve bunu deşifre etmek için bütüncül bir sistem geliştirmesi. Ancak bu sistemle ilgili temel sıkıntılarım da yok değil.

Açıkça ifade etmek gerekirse bu sıkıntıları ya da bu sıkıntılara olan itirazımı ve alternatif arayışımı sistematik bir biçimde kağıda dökebilecek yetkinliğe henüz ulaşmadım. Ancak yine de el yordamıyla ve feminist psikanalitik kuramı geliştirmiş olanların yazılarının öncülüğünde beni annelik sorunsalının çevresinde döndüren düşüncelere biraz değinmek istiyorum. Feminist psikanalitik kuramın öncüleri erkek egemen düşüncenin temellerinden birinin annekatli (matricide) olduğunu söylüyorlar. Erkek egemen düşüncede annekatli önümüze üç şekilde çıkıyor. Bunlardan birisi psikanaliz dolayımlı: Freud ve Lacan’ın geliştirdikleri psikanalitik kuramda çocuğun dil edinmesinde/dile gelmesinde/dillenmesinde annenin yapısal bir rolü yok. Lacan’a göre “özneleşme” bebeğin ensesti yasaklayan baba kanunu (the law of the Father) aracılığıyla anneden uzaklaşması ve dile girmesiyle gerçekleşir. Dil hem onun kendini anneden farklı bir birey olarak temsil etmesini hem de yeni arzular üslenmesini sağlar. Fransız feministler Irigaray ve Kristeva, baba kanunun bu şekilde çalışmasına annekatli ismini veriyorlar çünkü bu senaryoda erişkin olmak ancak anne ile ilişkinin bastırılması ile gerçekleşiyor. Anne figürü erişkin yaşamda olsa olsa “anne karnına dönmek” deyiminde vücut bulduğu haliyle dünyanın sorunlarından uzak ve topyekûn mutlu bir yeri hayal etmeye yarayan ancak gerçeklikten uzak bir fantezi olarak hortluyor. Nitekim psikanaliz anneden ayrılamamayı ve annenin çoklu ve karmaşık sesini erişkin hayatta taşımayı psikotik bir durum olarak görüyorlar.

Irigaray psikanalizin de ötesine geçerek annekatli’nin tüm batı kültürünü yorumlamakta bir anahtar olarak kullanılması gerektiği savını öne sürüyor. Ona göre annelik sadece dilin ötesine konumlandırılarak bilinemez kılınmıyor, aynı zamanda annelerin yaşadıkları, deneyimleri ve sesleri de bastırılıyor, merak edilmez hale getiriliyor ve toplumsallığı anlamakta işe yaramaz addediliyor. Bir diğer deyişle annekatli hem psişik hem de kültürel düzlemde gerçekleşiyor: Annelik iki kez öldürülüyor: bir yandan erişkinlerin içinde yüzdükleri dil içinde ve dillenişleri süreçlerinde etkisiz olarak kuramsallaştırılırken bir yandan da toplumsal alanda kurulan ilişkileri değerlendirmek için herhangi bir değer üretici işlevden yoksun bırakılıyorlar.

Feminist psikanalitik kurama önemli katkılarda bulunmuş başka bir yazar olan Jacquline Rose ise annekatlinin gerçekleştiği üçüncü bir seviyeye işaret ediyor. Rose annelerin siyasi alanda özne olarak yok hale getirildiğini ve siyaset içinde ancak çözülemeyen toplumsal ve siyasal bir takım sorunların onların üzerinden konuşmaya açıldığı nesneler olarak var olabildiklerini iddia ediyor. Anneler ya melekleştirilerek ya da şeytanlaştırılarak dilden düşürülmüyorlar ve bu sayede sürekli olarak gözetleniyor ve disipline ediliyorlar. Ancak onların sözü fazla duygusal, işe yaramaz, kanun tanımaz ya da cahilce görünüyor. Avutulması gereken bir delilik hali şeklinde beliriyor ancak arzu eden bir özne muamelesi görmüyorlar. Erkek egemen kültür kadınların ister bebekleri üzerindeki mutlak gücü kullanarak, isterse doğurganlığı ret ederek medeniyetin sonunu getirebilecek potansiyellerini kontrol altına almak, kendilerinin dahi bu güçten bihaber olmasını sağlamak ve anneliğin anneler tarafından siyasallaştırılmasını engellemek zorundalar ve bu sebeple de annelik siyaset içinde de katle uğruyor.

Annekatlini her üç düzlemde isimlendiren ve eleştiren feministler aynı zamanda anneliğe psişik, kültürel ve siyasi alanlarda can verme çabasına da girişiyorlar elbette. Bir yandan annesel (maternal) olanın özneleşme ve anlamlandırma süreçlerine katkısını kavramsallaştırmaya çalışırken bir yandan da annelerin hangi değerleri ve ölçüleri ürettiğine dikkat çekiyorlar. Örneğin Kristeva hamile bedenlerin kendi içlerinde ortaya çıkan “öteki” ile baş etme hallerini dişi bir etiğin ilhamı olarak görüyor ve bu ilhamdan yola çıkarak var olan kısıtları, hiyerarşileri ve ilişkilenme biçimlenişlerini dönüşüme uğratan bir güçten söz ediyor. Başka psikanalistler ise dikkatimizi hamile bedenden annelik deneyiminin kendisine yöneltiyorlar ve anne olmanın mekan ve  zaman algısını değiştirerek dünyadaki başka var oluşlara kapı araladığını belirtiyorlar.

 

II.

Bu yazının ikinci kısmında amacım annekatli ile bir de bu coğrafya içinde hesaplaşmak ve anneliğin özellikle kadınların öznelleşmesi ve toplumsallığın inşasında oynadığı rolü irdelemek olacak. Annekatli meselesine her zaman belli bir tarihsel ve toplumsal bağlamda ve iktidar ilişkileri içerisinde bakmak gerektiğini düşünüyorum. Bu bağlamda Türkiye’nin Kürdistan’ı sömürgeleştirmesinde dil kırımı kadar annekatlinin de başat bir rol üstlendiğini düşünüyorum. Aslında Kürtler söz konusu olduğunda anne ve dil olduğunda dil dediğimiz şeyi de biraz açmak gerekiyor. Şöyle ki, psikanalizin dil ve ses arasında yaptığı ayırımını temel alacak olursak, Türk devletinin Kürtçeye yaptığı saldırıların Kürtçe’yi bir dildense bir sese dönüştürdüğünü böylelikle Kürtçe’yi hem dilden fazla hem de az bir hale getirdiğini iddia edebiliriz. Dikkatle Kürtçenin tüm yankılarının peşine düşen devlet, Kürt bedenleri Kürt diline bağlayacak ilişkileri avlıyor ve böylelikle istemeden de olsa Kürtçe’ye dil olmanın ötesinde artı bir hakikat değeri biçiyor. Kürtçenin yaşamasında ve aktarılmasında önemli bir role sahip olan anneleri ise bu hakikatin ayrıcalıklı sahipleri ve mirasçıları oluyorlar. Annenin dili olarak Kürtçe, bireyleri bebekliklerinden kalan duygularla buluşturan ve -burada Türk devleti olarak okuyabileceğimiz- babanın kanundan kaçamak yapmalarını sağlayarak başka var oluşlar düşlemenin kaynağı olan bir ninni olarak da düşünülebilir. Elbette burada Kürtçenin kendi içinde ürettiği eril kültürü yadsıyor değilim. Ancak dikkatimizi Kürtçenin Türkçe iler ilişkisine ve burada Kürt annelerin rolüne çekiyorum.

Türk devletinin tahayyülünde eğer bir Kürt ,hukukun alanına girecekse Kürt dilini ve annesini geride bırakmak zorunda. Nitekim bir çok kültürel ürün Türk devletinin annekatline ve annenin olmadığı bir Kürtlükten-Türklüğe doğuşa dayalı fantezilerine örnek teşkil ediyor. Örneğin, Halide Edip Adıvar’ın 1928’de yazdığı Zeyno’nun Oğlu romanı erken dönem cumhuriyet romanları arasında Kürt kimliğini doğulu Türk yakıştırmasına sokmadan ve ismiyle anması açısından önemli. Bu kitapta  İstanbul’da yaşayan ve babası tarafından iyi bir eğitim aldırılmış Zeyno’nun asker kocasının “isyan” bastırma göreviyle tayin edildiği Kürdistan’daki hayatına tanıklık etmeye davet ediliyoruz. İstanbullu Zeyno Kürdistan’da yaşadığı evde ona hizmet eden ve adını paylaştığı Kürt Zeyno ile tanışıyor. Kitabın sonunda isyan Türk ordusu tarafından bastırılırken, İstanbullu Zeyno da Kürt Zeyno’nun Hasan isimli oğlunu evlat edinerek İstanbul’a geri dönüyor.

Bundan 80 yıl sonra benzer bir senaryo ile bu kez Gönül Yarası isimli filmde karşılaşıyoruz. Bu kez filmin sonunda hem Kürt baba hem de Kürt anne ölüyor. Geriye kalan kız çocuğu ise, babası Kürdistan’da öğretmenlik yaparken yumurtalık iltihabı geçirerek kısırlaşmış bir Türk kadın tarafından evlat ediniliyor. Bu iki örnekte de Türk egemenliğinde Kürtleri anneyle bağlarından kopartmak isteyen bilinç altı arzular açığa çıkıyor. Kürt anneler ve Kürt dili sanki hiç olmamışçasına yeryüzünden silinirken, Kürtler Türklere açtıkları “fark yarasının” bedelini çocuklarını onlara vererek ödemek zorunda bırakılıyorlar.

Asimilasyonu annekatli ve dil kırımı üzerinden tahayyül eden Türk egemenliğinin bu fantezisini gerçek kılmaya en yaklaştığı yerin Diyarbakır cezaevi olduğunu söyleyebiliriz. Diyarbakır cezaevinde gerçekleşen işkencelerin bir çoğu dilsel ve cinsel düzlemleri hedef alıyor. Tecavüz, konuşma yasağı, aç ve susuz bırakma, dışkı, fare ya da balgam yedirme gibi işkenceler tutukluların insanlıktan çıkartılarak ilahi ya da insani hiç bir kanunun işlemediği bir hiçliğe indirgenmelerini amaçlıyor. Böylelikle Kürt bedenler, Kürtlüklerinden ayrıştırılarak Türklüğe doğuma-üstelikte bu doğumun tüm acılarını travma olarak hatırlayacakları şekilde- mahkum edilmek isteniyor. Cezaevi adeta devletin rahmi olarak iş görüyor ve annekatli bu sefer evlat edinmeyle değil tamamen nesneleştirmeyle sağlanmaya çalışılıyor.

Eğer Kürt babalar öldürüldüğünde devlet kendine rakip olabilecek başka tür egemenlikleri yok ediyorsa, annekatli gerçekleştiğinde ise öznenin hukuk ile arasında gerçekleşebilecek tüm uyumsuzluk imkanlarının ortadan kalkacağı düşleniyor. Annesel olanın öznede açabileceği tüm çokluk ihtimallerine, tüm yenilik ve başkalık düşlerine son verileceği umuluyor. Devlet rahmi ve devlet kanunu tekleşerek ve topyekûn erilleşerek özneyi hakikat arayışına iten tüm arzuları ,daha ortaya çıkmadan yok etmeyi amaçlıyor.

Peki biz annesel olanın egemenliği, eril olanı, sömürgeciliği bu denli korkutan ölçülerini, değerlerini ve özneleşmeye olan katkılarını kuramsallaştırabilir miyiz? Bu soru ise beni bu yazının üçüncü bölümüne getiriyor.

III.

Şimdilik daha iyi bir kavram bulamadığım için bu bölümde erkek egemen toplumsallığı ve düşünceyi bozan ya da kesintiye uğratan annesel ilişkilere, miraslara ve alışverişlere “annenin kanunu” adını vereceğim. Bu kavram sayesinde kadınların erkek egemen olmayan fanteziler ve gelecekleri açık tutmak için kurdukları siyasi ve annekatli içermeyen pratiklere ve bilme biçimlerine vurgu yapmayı amaçlıyorum. Bir kez daha Kürt hareketini temel alarak, anne kanunu ya da kanunlarının en az üç seviyede gerçekleştiğini iddia ediyorum. Bunlardan birincisi tanıklık aracılığıyla anne merkezli ilişkilerin ve soy kütüklerinin kurulması. İkincisi anne sevgi ve emeğinin devlet kanunun karşısında yer tutması. Üçüncüsü ise arkeolojik ve mitolojik kazılar aracılığıyla batının kullandığı Oedipus modelinin yerine yeni özneleşme ve dillenme modelleri geliştirilmesi.

Birinci ile başlayayım.  Anneler çekirdek aile ya da geniş aile içindeki kız çocuklarını sürekli olarak erkek egemen toplumun sebep olduğu haksızlıklara ve adaletsizliklere tanık olmaya çağırırlar. Hayat hikayelerini onlara anlatırlar. Bu sayede erkek soylu olmayan miras edimleri gerçekleştirirler. Bir çoğumuz annemizden kalan bir eşya, bir şarkı, bir sözcük ya da bir hikaye üzerinden sadece onla bize özel bir konuşma, alış veriş, ve arzu alanı açarız. Bu alan her ne kadar erkek egemen toplum içinde ve onun yüzünden açılsa da, erkek egemen toplumun kendini yeniden üretimine bıçak gibi saplanan kadın merkezli bir aktarımın alanıdır. Erkek merkezli soyun tam ortasında ve gündelik hayatın içinde kadın soylu bir devamlılık kurar. Anne kanunu, erkek kanunun tam içinde onu sürekli tek ihtimal olmaktan çıkartan bir hayal kurma, şikayet etme, ortaklaşma, öğrenme ve öğretme kütüğü kurar.

Anne kanunun ikinci bir biçimi annelerin devleti doğrudan sorgulaması ile ortaya çıkıyor. Annelerin kayıp, ölmüş, gömülmemiş, gömülmüş ya da açlık grevindeki çocukları için ürettikleri direnişe bu coğrafyada fazlasıyla tanığız. Bu direniş biçiminde anneler özel alanda kurulduğu var sayılan ve orada kalmaya zorlanan bir emek ve hak biçimini üstlenerek devletin cezaya dayanan hukukuna karşı geliyor ve çocuklarının biricikliğini ifade ediyorlar. Böylelikle devletin annekatline hayır diyorlar. Biz buradayız diye haykırıyorlar. En son açlık grevlerinde çokça paylaşılan bir videodaki annenin sözleri burada anlatmaya çalıştığım annesel kanunu özetliyor: “Anneyim ben. Ben anneyim. Anneler durdurulamaz.”

Son olarak ise Kürt hareketinin jineoloji bağlamında gittikçe daha fazla ilham verici bir biçimde önümüze sürdüğü mitolojik hikayeleri ele almak istiyorum. Mitoloji kimi zaman Tiamat örneğinde olduğu gibi erkek egemen ve devlet iktidarı merkezli fantezileri açık ediyor. Tiamat Athena mitolojisine benzer bir biçimde egemenliğin nasıl da kadın soy kütüklerini ve kadınların siyasi gücünü yok ederek elde edildiğini örneklendiriyor. Başka mitolojiler ise aksine yepyeni tahayyüllere can verilmesine yardımcı oluyor. Örneğin özneleşme sürecinde esas olarak aldığımız mitoloji Oedipus’un babasını öldürerek annesi ile evlenmesi ve böylelikle kendi soyuna ve şehrine felaket getirmesi olmasaydı ne olurdu? Mesela bunun yerine Enki ve Ninhursag’ın hikayesini esas alsaydık?

Kısaca hatırlayalım. Erkek bir tanrı olan Enki Ninhursag’la birleşir ve bir kızı olur. Enki bu kızla da birleşir ve torunun babası olur. Enki torunuyla da cinsel ilişkiye girer ve bu ilişkiden de bir kız çocuğu doğar. Ninhursag bu yeni doğa kız çocuğunu Enki konusunda uyarır ve ona Enki’nin cazibesine kapılmamasını öğütler. Ancak Enki bir bahçıvan kılığında yaklaşarak bu kızla da cinsel ilişkiye girer. Ninhursag bu sefer Enki’nin spermleriyle döllediği yumurtaların doğmaması için onları bir bahçeye eker. Bu bahçede 8 bitki yeşerir. Enki bu sefer de doymayan bir oburluklar bu bitkileri yer. Bu sekiz yumurtadan türemiş bitki Enki’nin 8 organını hasta eder. Erkeğin kendi kendine doğurma fantezisi bir saçmalıktır. Nihayetinde Ninhursag Enki’ye acıyarak bu 8 yumurtayı kendi vücudundan doğurur. Enki ve Ninhursag ortaya çıkan 8 canlıya birlikte isim verirler.

Bu hikayenin bir mitolojiden öte olduğunu belirtmeliyim. Amerika’daki köleleştirilmiş siyahların özgürleştikten sonra kaleme aldıkları anılarında çokça köle sahiplerinin nasıl önce bir kadına, sonra ondan olan kızlarına sonra da kızlarından olan torunlarına tecavüz ettiği anlatılır. Buna son vermek için köle anneanneler torunlarından olan son kızı kısırlaştırırlar.

Ninhursag ve Enki hikayesinde de toplumun doğuşu ensestin yasaklanmasıyla gerçekleşir. Ama burada ensesti yasaklayan babanın obur arzularına set çeken annedir, kadındır. Ayrıca kadın ve erkek eşit bir biçimde isim verirler dünyaya; yani ensestin yasaklanmasıyla birlikte dili ortak bir biçimde inşa ederler. Bu mitoloji annenin, kadının toplumsal ölçütleri nasıl ürettiği konusunda eşsiz bir örnektir ve erkek egemen antropolojik, sosyolojik ve psikanalitik kurmaların tamamının kanun koyucu olarak erkeği görmesine baş kaldırır. Aynı zamanda bu mitoloji, psikanalitik metodu bambaşka bir kadın ve erkek özneleşmesi modeline davet ederek arzuyu değil cinsler arası bir hukuk belirlemeyi önceler.

Bu makale boyunca açık etmeye çalıştığım gibi annelik konusundaki çalışmamın ve annelik kanunlarını düşünmenin daha henüz başındayım. Ancak bir başka dünya düşleyeceksek bu dünyanın eşyalar, kelimeler ve geleneklere aktarılan kadın soy kütüklerini, kadınların yeniden üretim alanındaki karşılığı verilemez emek ve sevgisini ve kadınlar hakkında anlatılan mitoloji ve hikayelerin merkeze taşınarak belireceğine inanıyorum.

 

 

Comments

No comments yet. Why don’t you start the discussion?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir