Yayınlanma tarihi: 25 Temmuz 2014 – Yeni Özgür Politika (internet sitesi arşivine erişim bulunmamaktadır)
Cumhurbaşkanlığı seçimleri kampanyasında hakikaten tahammülü zor bir Erdoğan izliyoruz. Seslendiği kitle gittikçe daralan, kendini tekrar eden, kelimelerinin tamamı kendi iç diline referans veren bir Erdoğan…
Bu hal Erdoğan’ın 2011’den beri başlayan düşüşünün bir alt basamakları. 2011’den beri tıkanmış politikası ve eylemlerine, nefretini körükleyerek can üfleyen Gezi ve 17 Aralık operasyonu olmuştu. Şimdi İsrail’e, Birleşmiş Milletler’e bağırarak aynı canı yakalamanın peşinde.
Erdoğan’ın bu diline boşuna nefret dili demiyoruz. Sürekli aynı lafları tekrar eden, son derece basit bir “ah onlar bizi ne kadar mağdur ettiler ama biz canlarına okuyacağız” senaryosuna dayanan, zaten kendinden olandan başka hiç kimseyi içermeye talip olmayan bir dil. Talip olmadığı gibi bu talipsizliğinin kendisini, karşıdakinin tiksinecek bir varlık olmasına dayandıran bir mantık. Böylelikle bu dilin içinde kendini bulan “Tayyipçileri” de militanlaştıran, birbirine yaklaştıran, yapıştıran, ayrıcalıklılaştıran, bu ayrıcalıklı hallerini Hak’tan kılan ve ne kötülük yaparlarsa yapsınlar köprüyle, asfaltla, alışveriş merkeziyle tavaf edileceklerini müjdeleyen bir dil.
Ortadoğu’ya hakim dil ne yazık ki bu. Esad’ı, IŞİD’i, Erdoğan’ı, Maliki’yi ortak bir paydada buluşturan işte bu mezhepçi dil. Grameri milliyetçilikten besleniyor ancak davası kadimlik ve kutsallıkla bezenmiş.
Yıllar içinde bu dilin alt yapılar ve gündelik yaşamlarla diyalektik halinde evrilişine, kristalize oluşuna tanıklık ettik. Milliyetçilikle akrabalığı nedeniyle hem milliyetçiliği içermeyi, hem de içeremediğini marjinalleştirmeyi başardı.
Hakkını vermek gerek. Batının kurumsallaşmış evrensel değerlerinin ikiyüzlülüğü, bilme biçimlerinin pozitivist şiddeti, hukuğun ve demokrasinin egemenlikle sıkı ilişkisi bu dilin büyüyüşü esnasında açığa çıktı. Nitekim Erdoğan’ın korkunç dilinin karşısında batı eksenli hiç bir dilin onu büyütmeden var olamayacağı da artık iyice anlaşılıyor.
Bu seçimin iyi tarafı kampanyalarında ne Demirtaş ne de İhsanoğlu, Erdoğan’ı nefret nesnesi yapıp fetişleştirme hatasına düşmüyor.
Demirtaş’ın yavaş yavaş Erdoğan’a (karşıdan farklı olarak) alternatif bir dil, bir hal oluşturduğunu gözlemliyoruz.
Ancak bunu tek başına oluşturma ihtimali zayıf. Türkiye’ye ve Ortadoğu’ya çoğul liderlik gerek. Ekipler, farklı görüntüler, temsiller, halkların kendilerini kendilerinin yönetmesinin çoklukta cisimlenişi, işçilerin, kadınların ta kendilerinin sokaklarda, sahnelerde, televizyonlarda liderleşmesi gerek. Esas yeni Türkiye kimsenin “kucaklamadığı,” kendi kendisi iradeleşmiş bir toplumu sahnelemekle mümkün olacaktır.
***
Gerçekten Türkiye’nin bütünü bunun ne kadar farkında bilemiyorum ancak şu anda İsrail-Filistin, IŞİD-Rojava eksenlerinde yaşanan saldırılar, direnişler ve felaketler Ortadoğu’nun yakın geleceğinin bütünen etkileyecek. Tüm Ortadoğu halklarının müdahil olması gereken, önemli kararların tamamın arka kapılarda verildiği, kendi bölgelerinde aptal yerine kondukları bir dönemden daha geçiyoruz.
Elbette en önemli meselemiz buna karşı kalıcı, köklü, iyi planlanmış ve sathı geniş bir örgütlenme hamlesi olacaktır.