Yayınlanma tarihi: 7 Kasım 2017 – Yeni Özgür Politika (internet sitesi arşivine erişim bulunmamaktadır)
İSMET KAYHAN
Akademisyen Nazan Üstündağ, Kürtlere yönelik devletin sürekli olarak nefret hafızasını tetiklediğini söylüyor. Muğla’da elleri arkadan kelepçeli Kürtlerin çıplak bedenlerinin fotoğraflarını yorumlayan Üstündağ, ‘’Modern devlet pornografik bir devlettir. Türkiye devleti Kürt erkek bedenleri söz konusu olduğunda bu bedenleri soyarak, acıtarak, yaralayarak, ve sergileyerek çeşitli kesimleri de bu bedenlere izleyici kılarak ırkçı bir rejim kuruyor’’ diyor.
Cizre bodrumlarında temsili bir soykırımın yaşandığını ifade eden Üstündağ, Kürtlere yönelik soykırımın derinleşmesi ve yayılmasını önleyebilecek garantörlük Rojava ve Kandil’de’’ diyor. KHK ile Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden işinden atılan akademisyen Nazan Üstündağ sorularımızı yanıtladı.
Muğla’da Kürtlerin çıplak bedenlerinin fotoğraflarını görünce ne düşündünüz? Kürdün bedeni neden böyle sunuldu?
Benim daha önceden İletişim Yayınları tarafından yayınlanmış isimli bir kitapta bir makalem var “Pornografik Devlet/Erotik Direniş” adında. Bu makaleyi aslında şimdi kitaba çevirmeye çalışıyorum. Burada şunu iddia ettim: Modern devlet pornografik bir devlettir, Türkiye devleti özellikle Kürt erkek bedenleri söz konusu olduğunda bu bedenleri soyarak, acıtarak, yaralayarak, ve sergileyerek çeşitli kesimleri de bu bedenlere izleyici kılarak ırkçı bir rejim kuruyor. Bu rejimde, Kürt erkek bedenlerini sürekli bir takım dayatılmış pozlar içinde göstermeye çalışıyor ve başka şekilde eyleyen bedenleri ya çerçevenin dışına çıkartıyor ya da öldürerek, yaralayarak, işkenceyle dondurup çerçevenin içine alıyor. Diyarbakır Cezaevi’nde bu böyleydi. O zaman devlet kendi soyup, kendi seyrediyor ve Kürtleri birbirine seyrettiriyordu. Dışarıya ise zorla çekilmiş fotoğraflar servis edip, işte hapistekiler okuma yazma öğreniyor falan, diyordu.
1990’larda her yerde olan, hareket eden, halklar arası ilişkiyi sağlayan, insan hakları savunucularını, gazetecileri, vekilleri, köylüleri faili meçhulde öldürerek onlara yüzükoyun yapayalnız pozlar verdirtti. Abdullah Öcalan’ı mahkemede sergilemeye kalktığında da böyle bir pornografik amaç güdüyordu. 2000’lerin başından itibaren Kürt erkeklerini işte tv serilerinde, reklamlarda, gazete sütunlarında bu sefer vahşi, geleneksel, namus düşkünü, gençleri ise ipe sapa gelmez, şiddet düşkünü olarak resmetti. Hukuk bu resmin kurulmasının aracı oldu ama en önemlisi Türk halkını bunların aktif seyircisi yaptı. Adeta Türk halkıyla yeni bir görsel ittifaka girdi. Bu sırada da devlet fantezisini derinleştirdi, yani devleti de tüm bu süreçlerde işte Diyarbakır Cezaevinde Kürtleri yeniden doğurmaya çalışan bir rahim, komplo ve sonrasında Kürtleri asimile etmeye çalışan bir mide olarak yaşadık. Cizre’de dışkıların buzdolaplarına bırakılmasıyla bir bağırsak devletle karşılaştık.
2010’lardan itibaren artık Kürtler kendi çektikleri senaryolarda, kendi istedikleri gibi poz vermeye başlamıştı. Yüzleri kapalı, taş atan, molotof atan, isimsiz gençlik ile ilgili ciddi bir fotğraf devrimi yaşandı, örneğin Yüksekova Haber’de. Sonra Abdullah Öcalan’ın İmralı görüşme fotoğrafları, gerillanın görünürlüğünün artması, Rojava sürecinde kadın gerillalar. Selahattin Demirtaş başlı başına bir resimdi. Nihayetinde devlet tekrar çerçeveyi kontrolü altına aldı. İlk yaptığı ise bir kez daha Kürtleri eğmek, acıtmak, soymak ve sergilemek oldu. Türk halkının bir kısmını baktırarak, seyrettirerek, bunları twitlettirerek veya kendileri linç edip fotografları paylaştırarak bu görsel pornografiye aktif ya da pasif olarak ortak ettiler. Bir kısmını utandırarak içine kapattılar ki bu Kürtler için de geçerli. Bir kısımı sindirdiler. Muğla’daki resimleri görünce bunları düşündüm. Ancak bu bir döngüdür. Bu pornografiye karşılık erotizm olacaktır, yani tekrar bir araya gelmek, ilişkilenmek, eyleyişten zevk almak, riske atılarak yeni resimler oluşturmak, yeni görsellikler üretmek. Kürt halkı tek bir çerçeveye sığdırılamayacak kadar geniş, katmanlı, dağınık ve direngen. Reqa’dan bambaşka resimler devletin kurmaya çalıştığı bu görsel rejime rahatlıkla sızıyor. Bize de bunları ve yakın tarihte bizi heyecanlandıran resimleri sürekli yeniden dolaşıma sokmak düşüyor.
Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesinde bir linç girişimi oldu. Ermeni, Kürt, Yahudi nefreti ve dinsel-simgesel nefret hafızasının devreye sokulma biçimi nasıl konumlandı bu olayda?
Bence bu olayda önemli olan genel bir nefret hafızasından çok bu nefret hafızasını tetikleyen ve işe koşanın kimler olduğudur. Bu erkekler kimler, kimlerle hangi yoldan derin ilişkileri kuruldu veya aktifize oldu? Hrant Dink meselesinin hala büyük önem taşıması da bu yüzden. Ogün Samastlar nasıl inşa ediliyor. Bu kendi kendine bir hafızanın geçmesiye olmuyor. O hafıza bir takım derin ilişkiler içinde oluşturuluyor; mobilize ediliyor ve anlam kazanıp hedef buluyor. Burada çok ciddi sosyolojiye ihtiyacımız var. Aynı şey Sakine Cansız katliamları için de geçerli. Bu adamlar birbirleri ile nerede ilişkiye geçiyor, nasıl güruhlaşıyor, devlet hangi mekanizmalarla bunları işlevsel kılıyor.
Bir konuşmasında Erdoğan, “Fetih Ruhu’nu anlamayan bir milli gençlik olamaz. Fetih gönülleri fethetmektir. Fethederek medeniyet taşıyoruz” sözlerinden ne anlıyoruz? Bu yeni bir Türklük inşaası mı?
Aslında gönülleri fethetmek tamamıyla bir arzu politikasına işaret ediyor. Eski anlamında fetih sınırları aşmak, Osmanlı hukuk istemini inşa etmek ve fetih edilmiş yerin mimarisine damga vurmak demekti. Burada da Erdoğan gönüllerdeki sınırları aşmaktan yani gönüllerde AKP’ye, AKP hukukuna, AKP düzenine, inşaatçılığına bir arzu uyandırmaktan bahsediyor. Nitekim teke tek muhabbet etmek, kişileri markaja almak, kendine bağlamak, evlilik yoluyla, tarikat yoluyla, ihale yoluyla, parti yoluyla, iş yoluyla, sosyal yardım yoluyla bire bir kişinin içine, evine, toplumsal ilişkilerine sızmak, bu esnada mekansallığı dönüştürerek kendine işlevsel kılmak ve ortaya çıkan rantı hiyerarşik bir biçimde bölüşmek, alışkanlıklara sızmak işte cuma namazına, oruca, zekata, toplu ümre ve hac ziyaretlerine mecbur bırakmak… Bu günün fethi bu şekilde işliyor. Ama diğer anlamıyla fetih de “gönüllerin fethedilemediği” yerleri zorla işgal etmekle, üniversiteleri, direnen Kürt illerini, direnen Alevi mahallelerini, belediyeleri vs. zor ve cebirle sürüyor. Bunu bir yeni Türklük inşası değil bir iktidar stratejisi olarak görmek daha anlamlı. Son derece dinamik AKP “akıncıları” üretmek çünkü içeriği. Hani lise kitaplarında vardır Yavuz Sultan Selim bir yeri aldığında onun adaletini gören diğer yerlerde gönüllü teslim olurmuş. Tabi biz, Alevilere yapılan Selim katliamlarından bu adaletin nasıl bir şey olduğunu ve o gönül fethinin ne anlama geldiğini biliyoruz.
Erdoğan, ‘Anadolu muhafazakarlığını’ bir ideolojik saldırı aracı olarak kullanıyor ve bu konuda başarılı olduğu da görülüyor. Anadolu muhafazakarlığı üzerinde yaratılan orta sınıfın, laik orta sınıftan farkı nedir? İki tarafın Kürt algısını nasıl tarif edersiniz?
Kürt, Türkiye’de anlamı değişen bir saplantı. Gerçekten saplantı yani anlamak için ciddi psikanalitik kavramaları kullanmak gerek. Selahattin Demirtaş bir ara demişti “Kürde mesela deniyor ki, ya benimsin ya toprağın.” Ama bu saplantıların sadece bir biçimi. Kürtler dini açıdan Türklerle ortak ve hani hakikaten evlilik ve göç yoluyla bir kaynaşma var. Ama öte yandan yabancı. İçteki yabancı; içteki saplantı. O zaman işte devlet tekrar doğurmak istiyor, soymak istiyor, acıtmak istiyor, yemek istiyor, kusmak istiyor. Hal böyleyken işte daha laik kesim için geri kalmışlıkla bağdaştırılan onlarca karakter özelliği ile anılmak isteniyor Kürt. Ama şimdi aynı zamanda bir de uluslararası bir aktör. Güçlü bir kadın hareketi var. Buna da bence korkunç bir içerleme var. Ayrıca bizdenlerse niye bizdenliğini kabul etmiyorlar, nankörler vs. var. Bizden değillerse niye bizimle bizim mekanlarımızı paylaşıyorlar. Hadi tamam acılarını anlayalım ama başka bir dünya kurmak kısmını es geçelim var; çünkü o zaman eşit bir egemenlik durumu olur, Kürtlerin otonom ve egemen düşüncesini kabul etmek gerekir. O zaman kaç yüzyıllık Avrupa komplekslerine verilen anlam kaybolacak, çünkü bir tek onu tanımış egemen diye. Yani anlatabiliyor muyum, içi sürekli başka türlü dolan, geçişken, her an değişen bir müzmin hastalığı Kürtlük her tür Türklüğün. O yüzden işte Ermeni ya da ne bileyim Yahudi olsa bir rahat edecek adamlar. Çünkü tamamen öteki o zaman. Öyle Ermenilere yaptığı gibi bir topyekun soykırım hayaliyle de rahat olmuyor tam. “Gönlünü fethetmek istiyor.” Çok fantezisini Kürdün varlığına bağlamış.
Türkiye’de Kürt direnişine karşı, faşizmin tabanında nasıl bir değişim var?
Türkiye’de olanları küresel bir bağlama oturtmak gerekir düşüncesindeyim. Gerçekten dünyanın birçok yerinde isyanların olduğu, rejim değişikliklerinin arzulandığı, gençlerin ve kadınların sokaklardaki yenilik arayışının ve bu arayışa ruh veren komünar tahayyüllerin aktörleri olduğu, büyük bir cesaretle hayatlarını riske atarak mücadele ettiği ve demokratik taleplerin liberal demokrasi içinde içerilemeyerek radikalleştiği bir dönemi yaşadık. Kürtler örgütlü bir güç olarak ve somut bir tahayyülle bu döneme tabi ki damgalarını vurdular. Ancak küresel olarak baktığınızda, tüm Ortadoğu, Uzak Asya ve Latin Amerika’da çok hareketli çok önemli bir dönem geçirdik. Avrupa’da ise göçmenler hep ayaktaydı. Ancak tüm bunları sindirmenin yolunu Avrupa daha çok sağlaşmada, liberalleşmede, güvenlik rejimlerinin inşasında vs. buldu. Keza Amerika kaç kez siyah ayaklanmalarıyla sallandı. Ancak ne yazık ki bunların hiçbiri sonuç vermedi. Neden vermedi? Türkiye’de neden vermedi? Türkiye’de nasıl oldu da bu kadar büyük bir yıkımla sonuçlandı, bunlar hep tabi tartışılacak. Ama nihayetinde bu yükselen taleplere karşı dünyanın yine neredeyse tamamında yeni muhafazakar ittifaklar ve totaliter rejimler ortaya çıktı. Çoklaşmış kamusallıkları yok etmeye kalkışan; sokağı silmeye, mekanı canavarlaştırmaya, ilksel birikim aracılığıyla sermayeyi arttırmaya çabalayan, kadın, siyah, etnik, genç bedenleri, erkeğin ve devletin bedeni ile ikame eden son derece acımasız ve erkekliğe, zorbalığa, derin ilişkilere, linç pratiklerine ruh üfleyen rejimlerle karşı karşıyayız. Türkiye’de, Amerika’da, İngiltere’de, Almanya’da, Venezuela’da, Rusya’da seçkinler, yanlarına esnafları, köylüleri, dar gelirlileri, işsizleri alarak, erkeklikte ve erkekliğin herkese vaat ettiği “ezebilirsin, yok edebilirsin” eyleminde buluşuyorlar. Bu küresel bir akım. Tarihsel olarak çokça karşılaştığımız ve her isyan ve umut dalgasından sonra ortaya çıkan karşı-devrim manevrası. Suriye’deki savaşa gömülerek de bir kısım enerji imha edildi. Ne yazık ki sermaye ve devlet birbiri ile son derece ilintili olduğu için birlikte hareket edebiliyor, orta sınıfların güvenlik ve statü arzusu ile onları pasifleştiriyorlar. Ama kadınlar, gençler, ezilenler, tüm bunları aynı anda mobilize edip, ilişkilendirerek sürekliliğini sağlayacak sistematik araçları geliştiremedik. Fakat tabi ki bu enerji yok olmadı. Kötümser ve umutlu olmakta fayda var.
‘Kobanê’de ben artık DAİŞ’liyim” diyen kesimler, Heşdi Şabi güçleri Kerkük’ü aldığında “Artık Heşdi Şabiliyim” dedi. Türk iç ve dış politikası bu ‘ruh’ üzerinden mi şekilleniyor?
İç ve dış politikanın tamamıyla pragmatik saiklerle biçimlendiğini özellikle artık bir ruhtan bahsedemeyeceğimizi düşünüyorum. AKP bir siyasi teolojisi, kozmolojisi vardıysa eğer, bunu tamamıyla kaybetti. “Dava” tamamen bir laftan ibaret oldu ve zaten kendisi “dava” diye bir şeyi temsil etmesini sağlayan tüm teşkilatlarını, yazarlarını, kurumlarını, kişilerini imha etti. Bu biraz 90’ların sonunu hatırlatan bir durum. 90’ların sonunda devlet artık tüm “derinliği” ile ifşa olduğunda, vatandaşını inandırma, gündelik hayatını örgütleme, kendini bir bütün olarak temsil etme kapasitesini yitirdiğinde ve 2002’deki krizle birlikte Türkiye’de büyük bir dönüşüm arzusu olmuştu. Bugün tüm baskıya rağmen her gün birkaç insan çıkıp işimizi istiyoruz diyor, diyebiliyor çünkü devlet büyüsü yok, devlet bir çete ve bu açık edilmiş durumda. İnsanlar değişim istiyor. Ancak burada tüm sermeye ilişkileri, iktidar ilişkileri, kriminal toplumsallık, tek bir insan figürüne Erdoğan’a bağlanmış durumda. Ve Erdoğan’ın normal yollardan gideceğine kimsenin inancı yok. Ondan dolayı daha da güçsüzleştiğinde tabi ki bir savaş, iç ya da dış çıkartması bekleniyor da.
AKP merkezli bir faşist rejimin kurulması ‘egemen sınıf’ın ne ölçüde desteğini alıyor? AKP-sermaye ilişkileri nasıl örülüyor?
Bunun için Mülksüzler grubunun yaptığı çok değerli haritalara bakmak yeterli. Enerji şirketleri, Hesler, büyük inşaat projeleri, ihaleler ve bunların birbirleri ve iktidar ile ilişkileri şahane bir biçimde görünüyor bu haritalarda. Sermaye ile iktidar arasında akraba, evlilik ilişkileri var, sermaye ortaklıkları, suç ortaklılıkları, ilişkileri var.
Daha önceki bir söyleşinizde, “Türkiye devleti şu an Ermeni soykırımı öncesindeki halinin tüm özelliklerini gösteriyor,” dediniz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Bunu bir tek ben söylemedim elbette. Asıl Ermeni çalışmalarında isim yapmış birçok insan söyledi; mesele Yektan Türkyılmaz. Yüzyıl öncesine dönecek olursak, Ermeniler de o zaman aynı Kürtler gibi bir isyanları var; bir rönesansları, ciddi bir kadın hareketleri, Osmanlı’yı dönüştürmek için bir arzuları, bir projeleri var. Devlet buna karşı topyekün bir imhaya girişiyor ve buna halkı dahil ediyor. Buradan sermaye, prestij, güvenlik vesaire devşiren bir dolu soykırımcı var. Ayrıca bu sayede toplumun diğer kesimlerini de sindiriyor. Belki topyekün bir soykırım değil ama Cizre bodrumları temsili bir soykırım değil miydi zaten? Rojava ve Kandil bu açıdan çok önemli. Burada soykırımın derinleşmesi ve yayılmasını önleyebilecek garantörlük onlarda. Yoksa dünyadaki uluslarası kurumlar bu tür bir işlevselliği çoktan yitirdiler. Aslında gerçekten büyük değişimlere hazır bir dünya küresel aktörlerini arıyor. Bulamadıkça da iktidar vurdukça vuruyor, içerledikçe içerliyor.
Türkiye iç ve dış politikada en kritik dönemlerinden birini yaşarken yalnızca ‘yaşam tarzı’nı savunmaya yönelik bir muhalefet ne kadar etkili olabilir?
Ben açıkçası siyasetçiler ve gazeteciler dışında benim yaşam tarzım tehdit altında diye bir kimlik hiç duymuyorum gündelik hayatta. Bu bir çeşit masumiyet karnesi gibi. Yani ben bir kimlik istemiyorum; bir şeye talip değilim, iktidar istemiyorum, egemenlik istemiyorum, örgütlü değilim, razıyım ama bırakın eskisi gibi yaşayım. Bir taraftan böyle düşünen insanları politize etme potansiyeli var sanılabilir, ama tam tersi tüm sermaye bölüşümünü, egemenlik sorunlarını, ayrımcılığı, erkekliği vs. apolitize ediyor. Aynı zamanda AKP’ye bir serzeniş de sanırım. Siz de bundan muzdarip değil miydiniz? Aman yapmayın gibi. Elbette bu ta Gezi zamanında ortaya atıldığından beri yanlış bir söylemdi bana göre. Ama bir yandan da işte muhalefeti seçkinlerle yürütmek isteyenlerin, “devlet” neyse onu kendi saflarında isteyenlerin fazla da ete süte dokunmak istemeyenlerin işine geldi. Öte yandan şu da açık ki demek ki Kürtlük, kadınlık, işçilik, yoksulluk gibi kategorilerde kapsanmadıklarını düşünenlerin de bir muhalefet diline ve kendilerini var edebilecekleri, ifade edebilecekleri bir zemine ciddi ihtiyaçları var.
Ayhan Bilgen, “Cizre’de Sur’da insanların ölümünü engelleyemediğimiz için bu süreci yaşamak zorunda kaldık” dedi. Bu bir özeleştiri olarak değerlendirildi. HDP ne yapmalı?
Açıkçası artık şu noktada geçmişe dönerek HDP’ye yüklenmek istemiyorum. Şunu biliyorum, evet Kürt toplumu HDP’yi yargılıyor. HDP’den büyük beklentileri vardı, HDP’yi kendilerinden gördükleri için, hesabı da HDP’ten soruyorlar. Ayrıca HDP, Kürt toplumunun özellikle sınıflaşma, seçkinleşme, ve bedellerin eşitsiz bölünmesi gibi birçok konuda çektiği sıkıntıların da adresi oluyor. Bunları biliyoruz. HDP barış döneminde yükseldi, krize uyum sağlayamadı, büyük bocalamalar geçirdi. Oldukça büyük hatalar yapıldı yapılmadı değil. Ki HDP’nin sürekli bir denge siyaseti üzerinden vekillerinin belirlendiğini, bu sebeple zaten halkı içinde barındırmadığını, halkla bir temsil ilişkisi içinde bulunduğunu, yani bir liberal denklem içinde siyaset yaptığını, daha evvelden çokça söyledik. Ama durum buydu ve bu da bilinmedik bir şey değildi.
Ancak HDP’ye yüklendikçe başka şeyler görünmez oluyor. Birincisi şu: Toplumu örgütlemesi gereken DTK ve ideoloji, strateji üretmesi beklenen DBP bir kere hiç işini yapmamış demek ki. Bu da sürpriz değil. Kobanê olaylarında 50 kişi öldü. Örgütlü bir toplumda 50 kişi bir günde ölür ve bunların cenazeleri hiçbir şey olmamış gibi kalkar mı? Ortada bir sorun var demek ki. Ya da Serhat bölgesine devletin çok yatırım yaptığını, Serhat ve Botan’ın ayrıştığını da biliyorduk.
Başka bir örnek vereyim: Kobanê’nin kurtuluşunu hep beraber izledik. Kobanê’de tek sokak kalmıştı. Eğer Bakur halkının isyanı, uluslararası ilgi ve böylelikle koalisyon güçleri ile ittifak olmasaydı ne olacaktı? Bunu da deneyimlemiştik. Yani kahramanlığın tek başına yeterli olamayacağını. Ayrıca gençler ve polis arasında yıllardır yaşanan çekişme bir pata durumundaydı, bir çeşit sokak müzakeresi vardı. Bunda dengeler değişince tabi ki başka güçlerin devreye gireceği de açıktı. Yani gerillanın şehre gelmesi, savaşı gerilla ile özel timler arasında bir hale getirdi. Çünkü sivil ölümler sebebiyle halk aradan çekildi ve gençler ve yerel polis güçleri aktör olmaktan çıktı.
Tüm bunların ötesinde muhalif özgür medya ve Kürt siyasetinin farklı birleşenleri de kendine yakın kamuoyuna eksik bilgi verdi. Bugüne kadar gördük ki halk kendi gündelik yaşadığına anlam veren bir hakikatle ancak mobilize oluyor. Böyle bir hakikat olmadı. Bence Bakur halkının yaşananlardan sonra bugün de buna ihtiyacı var. İnsanlar kendi yaşadıkları parçalı gerçeklikleri kamusal bir hakikat söylemi içinde göremezse, kamusal alanda söylenenler eğer bu gerçeklikleri görmezden geliyorsa, bu görmezden gelme insanları aşırı öznelciliğe götürebiliyor. Öcalan’ın büyük bir lider olmasının en önemli sebebi hepimizin gündelik hayatında yaşadıklarını gördüklerini, bir üst seviyeye çıkarıp anlam üreten bir toplumsal hakikat yaratabilmesi. Tüm süreç boyunca hakikat boyutunda tamamıyla “kurban” olma ve tamamıyla “kahraman” olma arasında sürüklenildi ve halk paralize oldu diye düşünüyorum.
Sonuçta 2015’de Bakur’da defacto özerklik vardı, hem mekanlarda hem yönetimde. Şimdi işgal altında. Güney’de ise Kerkük dahil neredeyse bağımsızlık vardı. Sonra ikisinde de klişeleşmiş tabirle inşa yerine ilan siyasetine geçildi. Biri tabi ki büyük bedellerle ve kahramanlık destanlarıyla oldu. Ama öbürü de ne olursa olsun büyük hayallere vesile olmuştu. İkisinde de işgal yıkılmakta olan iki devletin tekrar kurulmasına zemin oldu. Bence iki durumun ayrışım boyutları gibi -ideoloji, direnç, vs.- ortaklığına da bakılması ve hem kayıp hem de hataların değerlendirilerek ve bu zemin üzerinden ulusal birlik çalışmalarına şekil verilmesi üretken olabilir.
Siz Türkiye’de demokratik özerklik çalışmalarına şahit olan, takip eden bir isimsiniz. Rojava Devrimi’ni bu hususta nasıl değerlendirirsiniz?
Bu sorunuzu başka bir şekilde değerlendirmek istiyorum. Bence Reqa’da Nesrin Abdullah’ın tüm basına, yani kadınlığın yerlerde sürüldüğü bir yerde, bir kadın komutanın, yanında başka kadınlarla özellikle Êzîdî kadınlarla, “Arap halkına saygımdan dolayı Arapça konuşuyorum” diyerek Reqa zaferini kadınlara armağan etmesi bu yüzyılın en önemli olaylarından biri. Bunun dünyadaki tüm kadınlar için yeri göğü titretici bir büyük an olduğunu düşünüyorum.