Jineoloji Dergisi Sayı 7- Ekim Kasım Aralık 2017
I
Erkeklik ve iktidar arasındaki yakın ilişki hem yapısal, hem dramatik hem de fantastik. Bildiğimiz hemen hemen tüm toplumsal yapılarda güç, mal, varlık ve para erkekler arasında bölüşülüyor. Hem yasa hem gelenek hem de piyasa kuralları erkeğin birkimini arttıracak ve koruyacak biçimde düzenleniyor ve erkek emeğinin değerini kadın emeğinin üzerinde tutuyor. Erkeklerin yoğun olduğu iş kolları daha fazla paranın döndüğü ve daha çok ücret alınan iş kolları olduğu gibi erkek, ataerkil düzen sayesinde hem hane içinde hem de iş yerinde kadının birkimine ve emeğine el koyuyor.
Aynı zamanda erkek kimi zaman yasaya işlenmiş, kimi zaman sosyal politikalarla belirlenmiş, kimi zamansa herhangi yazılı bir kanuna gerek olmaksızın evin yöneticisi, hakimi, yasa koyucusu ve polisi olarak iş görüyor ve devletin hane içindeki temsilcisi oluyor. Erkek, kadınlar ve çocuklar üzerindeki kudreti sayesinde kendini devlet-miş gibi görerek devletin en büyük işbirlikçisi oluyor.
Ancak “erkeklik” sadece erkeklerin yapısal olarak kadınların emeğine ve birikimine el koymasına ve kadınların ve çocukların yönetilmesine yarayan bir müsessese değil. Aynı zamanda erkeklik, iktidarın nasıl edinileceğine, kullanılacağına ve sınırlarına dair de bir senaryo metni işlevi görüyor. Erkeklik adı altında yüceltilen değerler, erkeklik hikayeleri ve erkekliğin kamusal alanda ve hane içinde sergilenişi, hepimize güç ve iktidar sahibi olmanın, güç ve iktidar karşısında boyun eğmenin, iktidarla işbirliğinin, saygıdeğer ya da kepaze olmanın toplum tarafından kabul edilen ve meşru görülen biçimlerini öğretiyor.
Dil bunun çeşit çeşit ifadesiyle dolu; delikanlılık, adam olmak, harbilik, dayılık, babacanlık gibi erkeklere atfedilen sıfatlar bir yandan ahlaki kodları tanımlarken bir yandan da, hiyerarşik ilişkileri, toplumda herkesin “yerini” ve iktidarın estetiğini, yani nasıl bir görüntü ve davranış repertuarı ile kendini var edeceğini, belirliyor. Kendimizi, kadın ya da erkek, egemen erkekliğe ve bunun vücut bulduğu erkeklere göre konumlandırıyor, çeki düzen veriyoruz. İktidarlı olmanın, ahlaklı olmanın, doğruyu yapmanın yolu erkeklikten geçiyor ve makbul erkeklik iktidardan kıyasıya faydalanıyor.
Erkeklik, yapısal olarak iktidarın temsilcisi, ortağı ve taşeronu ve iktidarın işleyişinin dramaturjisinin kurucu zemini olmanın dışında güç sahibi olmanın fantazilerinin imkanı ve sınırlarını da belirliyor. Şiddet, cinsellik, hükümranlık ve hükümdarlık üzerine toplumda dolaşan görsel, yazınsal ve söylemsel metinler erkeklere ve iktidara hem aşılmaz sınırları dikte ettriyor, hem de yeterince güç sahibi olunursa hangi sınırların aşılabileceğinin hayalinin kurulmasına imkan sağlıyor. Gerek şiddet gerekse cinsellik üzerine kurulmuş pornografi alanı bu fantazilerin dolaşıma girmesinde temel bir rol oynuyor. Bu sayede erkekler ezmek, iktidarlarını sergilemek, korkutmak, sindirmek ya da yasayı çiğneyerek egemenliklerini kanıtlamak istediklerinde kimlere nasıl tecavüz edeceklerini, hangi savaş temsillerini üreteceklerini, kimi ne şekilde öldüreceklerini adeta ezbere biliyorlar. Bu bireyselmiş gibi gözüken toplumsal fantaziler, hane içinde kadınların “cezalandırılma” biçimlerini belirlerken, zamanı geldiğinde siyasi olarak da kolaylıkla işe koyulup tüm erkeklerin birer caniye, tecavüzcüye, katliamcıya dönüşmesini sağlıyor.
Tüm bu sebeplerle toplumda iktidarın ve yasanın nasıl işlediğini, nereye ve hangi yollardan aktığını, nasıl dönüştüğünü, hangi ittifaklara girdiğini ve elbette hangi suçları işlediğini anlamak istiyorsak, egemen erkekliğin yapısal, dramatik ve fantastik izleğini sürmemiz gerekir. Bu yazı bu konu hakkında bazı gözlemler ve ön analizler paylaşmak amacıyla yazılmıştır. Elbette Türkiye’de egemen erkekliğin macerası ile uğraşırken, bu erkekliğin iktidar fantazisinde çok ciddi bir rol oynayan Kürt siyasi erkekliği ile ilişkisine değinmeden olmaz. Böyle bir yöntemi benimsemenin cinsiyet ilişkilerinin katmanlılığını da göstereceğini umuyorum. Egemen erkekliğin sadece kadınlarla değil başka erkeklerle de girdiği iktidar ilişkisini vurgulamayı ve “öteki” erkekleri seyirlik kılarak nasıl bir cinsiyetçi-sömürgecilik sisteminin üreticisi olduğunu göstermeyi amaçlıyorum.
II
Türkiye cumhuriyeti tarihi, diğer ulus-devlet tarihleri gibi devletin[1] farklı erkekler ve erkeklikler ile kurduğu iktidar ittifakına dayanıyor. Özellikle Osmanlı son döneminde gerçekleşen kimi dönüşümler ve cumhuriyetin kuruluş yıllarında ortaya çıkan medeni kanun, eğitime verilen önem ve çekirdek ailenin norm olarak gündeme gelmesi devletin üst sınıf kadınlarla ve genç erkeklerle, geniş hane reisleri olan babalarına kurduğu ittifakın birer aracıydı. Medeni kanun hane kuran erkekleri yaşına bakmaksızın reis, kadınları ise muavin ilan ediyor ve tarikat, aşiret ve cemiyet gibi ara kurumları feshederek çekirdek aile yapısı aracılığı ile kendine bağlıyordu. Ayrıca erkeklik ile ittifakata baştan ordu önemli bir işlev görüyor, militarist cumhuriyet kadın ve erkek arasındaki güç dağılımının ve iktidar sınırlarının hiç bir zaman aynı olamayacağını kurumsallaştırıyordu. Ancak bu yazı bağlamında kadınlar meselesini şimdilik bir yana bırakalım.
Öncelikle devletin erkeklerle kurduğu ittifakın ne kadar değişken ve ne kadar hane, mülk, ulus yapısına bağlı olduğunun altını çizmek gerekir. Bir diğer deyişle erkeklerle ittifak her zaman bunların ulus, mülk ve hane yapılarını ne kadar ürettiği ve bu üç ideolojik ve maddi alanda ne kadar sorunsuz bir biçimde hareket ettiğine bağlı olageldi. Örneğin hanesiz genç erkekler, özellikle öğrenciler ve ulus-devlet yapılarının dışında siyasallaşanlar her zaman tehdit olarak görüldü, haddini aştığı düşünüldü ve cezalandırıldı. Emekçi erkek hiç bir zaman değer kazanmadı ve köyden kente geldiğinde makbul erkeklik mertebesine bir dükkan sahibi olmadan erişemedi. Müslüman olmayan erkekler erkekten az, Kürtler ise erkekten çok olarak imlenerek, ikisi de makbul olanın dışına atıldı. Kısacası hane reisi olmak için sadece evlilik aracılığıyla bir aile değil aynı zamanda ev sahibi, mülk sahibi ve makbul vatandaş olmak da gerekliydi.
Ulus, mülk ve hane içinde güç kazanan erkekler, bu gücü kendiliğinden işleyen birer emek ve evlilik pazarında kazanmadılar. Türkiye’de pazar gücü her zaman yerel ve ulusal siyasetle sıkı bir ilişki içinde kazanıldı ve bu ilişkiler üretime değil daha çok harcamaya ve eğlenmeye dayalı ikinci bir ekonominin içinde gelişti. Kadınların esas aktör olduğu ve kazanılan paranın nihayetinde eve yatırıma dönüştüğü ekonomi ile rekabet içinde gelişen bu harcama ekonomisinin merkezinde “erkekçe eğlenmek” ve erkeklerden müteşekkil sır ve iletişim ağları bulunuyordu. Bu ikincil ekonomiyi- harcamayı fazlaca arttırmadan ve böylelikle mülk sahibi olmaya engel teşkil etmeden- idare etmek bir yandan, burada sosyalleşebilmek, “adabınca” cinsellikte, muhabbette, içkide ve şiddette sınır aşabilmek diğer yandan, erkekli kodlarının önemli bir kısmını oluşturdu.
Altını çizmek gerekir ki hanenin yanı başında oluşan ve bu “harcamaya” dayalı ekonomi içinde yerleşmiş erkekler her zaman Türkiye faşizminin en önemli sermayesini oluşturdular. Buralarda kurulan ağlar, edinilen alışkanlıklar, şiddet ve cinsellik kodları; yani kısacası her erkeğin nasiplendiği aşkınlık ve taşkınlık, her gerektiğinde sokağa sürülebilmekte kullanılacak ilişkilerin de yuvası oldu. Bu konuya birazdan tekrar döneceğim.
Yukarıda bahsettiğim gibi hane her devirde erkeklerin yönetim ilişkilerine çekildiği, reisleşerek devletleştiği, böylelikle bir yandan uslandığı, mülklendiği, millileştiği, bir yandan ise hanenin kadınlarına had bildirerek otorite olduğu bir mecra olarak işe yaradı. Örneğin, Türkiye’nin en büyük sol hareketlenmesinin ve devrimci potansiyelinin ortaya çıktığı 1970’ler ve sonrası erkekliğin hane ile girdiği ilişki üzerinden rahatlıkla okunabilir. 1970’ler ülkenin dört bir yanından erkeklerin evlerinden uzakta üniversitelere ya da çalışmaya kentlere gittiği, hanesiz ve mülksüz alanların kurulduğu, Kürtlerin ve Alevilerin de katılımıyla belli ölçüde ulusal alanların aşınmaya uğradığı bir dönem. Buralarda ortaya çıkan devrimci erkeklik ve kadınlıklar, elbette kısa zaman geçmeden devletin ve ailenin hışmına uğradılar. Devlet, işkencenin ve askeri yasanın pornografik rejimi aracılığıyla onların sadece ideolojileri ya da eylemleri ile değil aynı zamanda bedenleri, erkeklikleri ve kadınlıkları ile de mücadele etti.
Gerçekten de 1980’lerin cezaevleri başta Diyarbakır Cezaevi olmak üzere devlet-li erkeklerin fantazilerinin tamamıyla geminden boşandığı dönemler olarak hafızamıza kazınmıştır. Copla ve şişeyle tecavüz, birbiri ile cinsel ilişkiye zorlama, penise elektrik verme, penise ip bağlayarak gezdirme, vajina parçalama, dışkı, balgam, fare, böcek yedirme, süründürme, lastiğe sokma gibi onlarca işkence biçimi, adeta “aşkın” bir cinselliğin ve şiddetin meşrulaştığı, pornografik fantazilerden beslendiği, sınır tanımadığı ve “eline geçirdiklerini” tamamıyla nesneleştirdiği, toplu erkeklik perfomansları ve bir bakıma cinnetleridir. Elbette bu işkenceyi yaptıranların, yani yönetim kademesindekilerin yıllardan beri askeri okullarda, birliklerde, Kıbrıs çıkartmasında ve başka fırsatlarda sır ve fantazi ağları oluşturduğu, hiyerarşik askerlik düzenini altlarındakilerin fantazilerini yöneterek ve onları nesneleştirerek adam ettiği ve sokağa saldığı da bir sır değildir.
Toplumun 1980 dönemi cezaevinden çıkanlarla baş edişi ve bu konuda devletle girdiği işbirliği de ilgi çekicidir ve Türkiye orta sınıfına hastır. Hapishaneden çıkan erkeklerin neredeyse tamamı evlendirilmiş ve böylelikle haneye tekrar giriş yapmış, ailevi sorumluluk ve borçla donatılmıştır. 2000’lerin filmleri bu durumu şahane bir biçimde anlatır. Gerek Duvara Karşı veya Tabutta Rövşata gibi eleştirel olanlar, gerekse Babam ve Oğlum ya da Vizyontele gibi ana akım sinema, bir yandan evlendirilerek adam kılınan ya da evlenemediği için adam olamayıp marjinalleşen erkeklikleri konu ederken, bir yandan da Türkiye’nin tüm siyasi sorunlarını hane içindeki kavgaya indirger. Gençler masumdur, masumlukları ve babalarına isyanları sebebiyle hataya düşmüşler, babanın şefkati ve eşin namusu ile tekrar hizaya çekilmişlerdir. Ya da bu şansı kullanamayanlar gibi yok olup gideceklerdir.
Kürdistan’da elbette işler daha karmaşık gelişti. Nitekim Kürdistan’da büyüyen, genç erkekler ve genç kadınların katılımıyla derinleşen isyan, hem farklı kadınlaşma ve erkekleşmelerin düşlenmesine imkan sağladı hem de “kirli savaş” müsebbibiyle devletin ittifakı olan erkeklerin, tüm bir coğrafyayı kendi fantazilerini gerçekleştirebilecekleri bir alana dönüştürmesine tanık oldu. Sır ağları, çeteler, derin devlet, Jitem, korucular gibi çeşit çeşit isimler verdiğimiz kurumsallaşmalar, kadın ve erkek bedenlerini işkence, göç, fail-i meçhul ve kaybetme yöntemleriyle pornografik bir nesneleştirmeye tabi tuttular. Bu süreçte mülkleşme de neredeyse tamamıyla pazar dışına çıkartıldı ve tıpkı Ermeni soykırımı, ya da 6-7 Eylül olayları gibi mülkün şiddet yoluyla el değiştirdiği, ilksel birikimin kurallaştığı bir mecrada gerçekleşti.
1990’ların sonuna geldiğimizde ise ülkenin cinsiyet rejimi tıpkı ekonomisi gibi kendi kendini yeniden üretemeyen bir kriz durumundaydı ki ne yazık ki sosyal bilimler henüz bu konuda yeterince bilgi üretmedi. Deprem, zorunlu göç, askeri rantın paylaşım sorunları, cinayetler ve intiharlar bir yandan, yükselen muhalefet öbür yandan, harcama ekonomisi ve hane ekonomisinin dengesini alt üst etmiş, özellikle kadınlarda hem ciddi bir itiraz hem de huzursuzluk yükselmeye başlamıştı. Türkiye’de üretilen egemen erkeklik biçimlerinin tamamı bir çeşit darbe almıştı. Sır ağları parçalanıyor, erkek fantazilerinin sınır tanımazlığının görünürlüğü artıyor, artık toplumun sırtında bir yük haline gelmiş “aşırı” ve “aşkın” erkeklik sorgulanıyordu. Aynı şekilde sol erkeklik biçimleri de 80 sonrası yükselen feminizm ile birlikte erkeklikle hesaplaşmaya zorlanıyordu. Üstelik erkeklik hem emek, hem konut piyasalarının çökmesiyle ciddi yaralar almış, ekonomik kriz öncelikle erkekliği vurmuştu. AKP bu dönemde, tam da başka bir erkekliğin imkanının popüler kültürden sızdığı bir sırada iktidar oldu. Bu yeni erkeklik Asmalı Konak’ta, İkinci Bahar’da, Yedi Tepe İstanbul’da vücut buluyor, kendini kadına teslim eden, kadın tarafından değiştirilen bir öznellik cezbedici hale geliyordu. Popüler kültürün kadın kahramanları gün görmüş, acı çekmiş, ne istediğini bilen orta yaşlı ya da delişmen ve boyun eğmeyen genç kadınlardı. Sezen Aksu’nun kadın aşkını, kadın aşkınlığını ulusallaştırdığı yıllardı.
Elbette bu sürecin de başka bir yüzü vardı. Bu yeni hale ayak uyduramayan ve ilişkileri ve fantazileriyle bireyselleşmiş erkeklerin cinnetleri ve cinayetleri artıyor, Kürtlere karşı süren kirli savaş gittikçe çetrefilleşen namus işkenceleri ve kadın katliamlarıyla birlikte haneye taşınıyordu. Ancak bu da başka bir yazının konusu.
III
AKP iktidara geldiğinde toplum devletin vatandaşlarına bekleneni verememesi ve sözlerini yerine getirememesi ile birlikte devlet fantezisinin yıkılmışlığını yaşıyordu. Altyapı sorunlarından, devletin hizmetlerinin eksikliğinden ve sağlık alanındaki kangrenleşmiş hiyerarşilerden en fazla etkilenen ise kadınlardı. Üstelik kadınlar kamusal alanda değerli kılınmış olan maceracı, içkiden ve kumardan ve erkek merkezli ilişkilerden zevk alan ve iktidar türeten erkeklik biçimlerinden mustaripti. Aileye bağlı koca özlemi çekiyor, ancak ailenin erkek merkezli ilişkiler karşısında sürekli yenilmesine karşı gelemiyorlardı. Ayrıca özellikle köylerde ve kent çeperlerinde yaşayan kadınlar kamusal temsillerde kendilerini bulamıyorlar, gittikçe daha fazla, belediyelere karşı yükselen muhalif alanlarda, sivil toplum kurumlarının kurduğu ilişki alanlarında ve kadınları güçlendirici yardımsever enformel ağlarda yer alıyorlardı. AKP iktidara geldiğinde öncelikle bu kadınları gözeten ve güçlendiren bir ittifaka ve toplumsal yapıya yatırım yaptı.
AKP iktidarının sağlık alanında gerçekleştirdiği dönüşümlerin ve sosyal politikalar aracılığıyla resmileştirdiği ve düzen getirdiği yardım politikalarının en fazla kadınları memnun ettiğini, konut politikaları ve kentsel dönüşümün en fazla apartmanda yaşayan modern, çekirdek aileyi iyi ve özgür yaşam olarak addeden kadınlar arasında taraftar bulunduğunu daha önceden de yazmıştık. Aynı şekilde haneyi ve evliliği yücelten AKP politikaları kadınları akrabalık ilişkileri içinde değerli kıldı ve güçlendirdi. Muhafazakarlık; erkekleri evlerine bağlayarak içkisiz, kumarsız, yani aileye zarar vermeyen sosyal yaşam alanlarına yatırımı arttırdı. Erkekler kamusal eğlence alanlarından ayrılarak, ticaret ve siyaset ilişkilerini akrabalık, tarikat ve siyasi parti içinde, içkisiz ve erken biten sohbetlerde kurmaya başladılar. Borçlandırma politikaları ile birlikte para, ev ve araba alımına aktı ve erkelerin “faydasız boş eğlencelerden” uzaklaşarak aileselleşmesini sağladı.
Elbette tüm bunların kadınları özgürleştirdiğini söylemek safdillik olur ancak, 2002’den itibaren gelişen mali ve sosyal politikalar sayesinde ve muhafazakarlık zemininde iktidar ile kadınlar arasında sağlam bir ittifakın kurulduğu da açık. Özellikle belli yapılar içinde yer alan makbul kadınları güçlendiren ve yeni bir orta sınıf kadın tipolojisi ortaya çıkartan bir dönem yaşadık. Genç kadınlar ise AKP’nin ve cemaatin açtığı daha ulaşılabilir yeni üniversitelerde, Türkiye’nin farklı yerlerinden gelen erkeklerle evlenerek ulusal ticaret ve siyaset ağlarının genişlemesinde önemli rol oynadılar. Bu yeni düzenin belki de en önemli sembolü evlilik programlarıydı. Eşini cesaretle arayan, cinsellikten bahsedebilen, arzularından utanmayan, lise ya da üniversite mezunu, başı bağlı ve makyajlı, Türkiye’nin dört bir yanından olduğu gibi, Azerbaycan, Gürcistan, İran, Irak gibi ülkelerden de gelen kadınların kendilerini ifade etmelerine olanak sağlayan, onları aktörleştiren ve seyirlik kılan alanlardı evlilik programları.
Aynı sıralarda bu “makbul” kadınlık halinden nasibini almayanlar için ise cendere gittikçe daraldı. Kürt kadınları, Alevi ve solcu kadınlar nefret nesnesi haline geldi. Siyasi Kürt kadınları ve Alevi kadınlar adeta canavarlaştırıldı. Laik kadınlar yıkılmaya çalışan düzenle eş değer tutuldular. Son iki yıldır ise AKP’nin faşistleşen rejimi için bu kadınlara karşı biriken nefretin son derece kullanışlı olduğuna ve erkeklikle eş değer biçimde kışkırtıldığına tanık oluyoruz.
Konumuza yani erkekliğe geri dönelim. AKP iktidarının kadınlarla kurduğu ittifak yakın zamana kadar kadınlar kadar erkekleri de eve bağlayan, haneye sokan bir iktidar. Evlilik bağlarından ticari bağlara, ideolojik propagandadan boş zamanın düzenlenmesine kadar her şeyin hane üzerinden işlediği, Abdullah Gül veya Bülent Arınç gibi gözü yaşlı, duygusal hane reislerinin makbul olduğu, ailenizin şarkıcı ve aktörlerinin meşhur olduğu bir dönem. Rant paylaşımı, ticaret ağları, mekanın yeniden düzenlenmesi, TOKİ’ler, sağlık ve yoksulluk rejimleri, sermaye emek ilişkisi topyekün olarak bir lahzada erkeği mülklü, ulusal ve hane reisi kılıyor, kadını ise tüm bunların kurucu halkası ilan ediyor. Ancak hane, mülk ve ulus sınırlara, için ve dışın kalın çizgilerle belirlenmesine dayanır. Bu sınırlara sığamayanlara ne olduğunu ise son bir kaç yılda öğrenmiş bulunuyoruz. Buna geçmeden önce Kürdistn’da ne olduğuna da göz atalım.
AKP Kürdistan’daki erkekliği ve kadınlığı disipline etmek, onları da TOKİ, borç, tarikat, sosyal politika, cemaat sistemine sokmak, mülklüleştirmek, haneleştirmek ve ulusallaştırmak için çok uğraştı. Bunu başaramadığı yerlerde ise baskı, polis rejimi, TMK yasası gibi çok çeşitli yollara başvurdu. Mahkemeler, cezaevleri ve popüler kültür aracılığıyla özellikle genç erkekleri bir pornografik rejimin seyirlik unsuru haline getirdi. Türk halkı topyekün olarak bu pornografik rejimin izleyicisi kılındı, hanelerinde, twitter ve facebooklarında, televizyon ekranında ve dizilerde Kürt’lerin acısını, zılgıtını, poşusunu, dilini, türküsünü ve halayını huşuyla izledi. Böylelikle evlerin içinde hem Kürtlerin “acısını gidermek” üzerinden barışabilecek hem de aynı hızla Kürtlerin acısına zevkle tutkun bir toplumsallık yarattı.
Bu dönemin Kürdistan’daki erkek aktörleri arasında, palazlaşan Türkiye’nin hane, ulus, mülk düzenine Kürt “rengi” ile katılanlar, yine mülk ve hane düzeni ile değil ama siyasi alandaki Kürt kıyımcılığı ile sorunu olan ve Kürt liberal çoğulcu ideolojisi pratiğini STK’lar ve siyasi partilerde temsil edenler veya Kürt aydınlanması yoluyla kültürel ve bilgi alanlarında küreselleşenlerin yanı sıra, en önemli oluşum önce “taş atan” çocuklar sonra ise YGDH olarak bilinen yapılanma oldu. Bunlar hanesiz, mülksüz, millileşmemiş çocuklar ve gençlerdi ve devlet ta en baştan onların her yönleriyle ne kadar tehlikeli olduğunu anladı. “Taş atan çocuklar” ve sonrasında YGDH yapılanması esrarkeş, hırsız, arsız, öksüz ve yetimden öğrenciye, “iyi aile evladına” kadar tüm genç erkekleri oyunbaz, isyankar, kabına sığmayan ve son derece kahraman kıldı.
AKP düzeninin doğrudan içine giremeyen Türk erkeklerinin durumu çok daha bilinmez. AKP’nin derinleşen neoliberal politikaları, ilksel birikime ve gasp ihalelerine dayan ekonomik düzeni, herkesi partileştirme isteği ile birlikte gittikçe yayılan gençlik kolları çeperlerinde sürekli dili ve eylemi şiddetli gençleri biriktiriyordu elbette. Bu sürecin sadece AKP’ye has olmadığını ve ne denli küresel olduğunu İŞİD örneği ile birlikte daha da iyi anladık. Mülksüz, hanesiz ve ulussuz değil de belki de hiper-uluslu olan bu gençler AKP’ye tamamıyla yedeklenmeden önce oldukça gezindi. Gezi’ye geldi, Bağcılar’da, Avcılar’da HDP binalarında yaşıtları erkeklerle takıldı, tekstil atölyelerinde süründü, şöför oldu, taraftar oldu. Nihayetinde AKP’ye kapılandı. Şimdi faşizmin belkemiğini oluşturuyorlar. Ve faşizm onlara cenazeyi dahi sınır bilmeden fantazilerini yaşama olanağı veriyor.
Türkiye’de 2016’da gerçekleşen savaşı bir yanıyla mülksüz-hanesiz gençlerin hiper-ulusal savaşı olarak da okuyabiliriz. Hiper-ulusal diyorum çünkü bir yanıyla son derece ulusal, bir yanıyla ise ulusallık içine kapatılamayacak herşeyin de ulusallık içine katıldığı bir savaş. Tamamıyla farklı saikler ve değerlerle hiper-ulusallaşan, biri fetihçi, biri öz savunmada saf tutmuşların savaşı. İlksel birikime karşı komün. Türk erkekliğinin ve Kürt erkekliğinin yeniden tanımlandığı bir savaş aynı zamanda. Evlere girip dışkıların buzdolaplarına bırakılabildiği, öldürülenin tümüyle nesneleştirildiği, kadın çamaşırlarına otuz bir çekilebilen bir fantastik savaş. Nihayetinde başka bir harcanma ekonomisinde, hayatın ve değerin harcandığı bir savaş ekonomisi. Geride kalanlar ise bir yanda Cem Küçük mafyası, bir yanda ise Çiyager’in hatırası.