Amargi Dergi Sayı 11 – Eylül 2011
Türkiye’de yerel seçimler, son yıllarda ulusal siyaset açısından genel seçimler kadar önemli bir yer kaplamaya başladı. Bunun bir sebebi muhakkak ki, Refah, Fazilet, AKP çizgisini iktidara taşıyan yolun, belediyelerden geçmiş olduğunda dair genel bir kanının ortaya çıkması. Yani yerel seçimlerin partilere kazandırdığı konumlar, yereli çok aşan bir iktidar birikimini sağlayabiliyor ve bu anlamda da belediyeler kıran kırana mücadelelere sahne olabiliyor. Yerel seçimlerin “ulusal siyaset” alanında bu denli öneme sahip olmasının bir başka sebebi ise eskiden beridir yerel seçimlerin hükümete bir güven oylaması olarak algılanması ve burada elde edilen oy miktarının halkın hükümet siyasetlerine karşı olumlu ya da olumsuz tepkilerini ortaya koyabildikleri pek nadir meşru fırsatlardan biri haline gelmesi. Özellikle her türlü siyasi örgütlenmenin şüpheyle karşılandığı T.C. tarihinde yerel seçimlerde kullanılacak “oy” son derece siyasi anlamlarla bezeniyor.
Benim bu yazıda kısaca değinmek istediğim hem sembolik hem de materyal olarak bu derece anlamlarla bezenmiş “yerel siyasetin” tam da gene bu “fazlalık” ve “aşkınlık” durumundan kaynaklı olarak, nasıl da siyaseti yerelden, yereli siyasetten ayırdığını tartışmak olacak. Bilhassa Türkiye’de sosyal politikaların geçirdiği neo-liberal dönüşümler ışığında ortaya çıkan ve bir yandan da kentliler tarafından benimsenen “yerel yönetim” anlayışlarının giderek siyasetten yönetişime evrildiği, yerelin ise sürekli bir merkeze konuşma arzusu içine hapsedildiğini örneklerle göstermeye çalışacağım. Yerel siyaset hakkında bilgi üretmenin, bugün vatandaş olarak alacağımız pozisyonları yeniden değerlendirmeye katkı sunacağını düşünüyorum. Örneğin genel siyasetle yerel siyasetin bu kadar iç içe geçtiği bir bağlamda, Sosyal Hizmetler başta olmak üzere bir çok kurum ve yetkinin yerel yönetimlere bağlanmasına karşı çıkmak için fazlasıyla sebep var. Eşitlikçi bir yaklaşımla hareket etmesi gereken bu tür kurumların yetki, bütçe ve hizmet alanlarının belediyelere bağlanması, onları şu anda var olan pazarlıklı-göreceli-otonomluklarından ve mesleğe dayalı bir ilişkiler ağından çıkartıp, yerelin siyaset sermayesine mi dönüştürecek? Esneklik ve yerinden yönetim şiyarlarıyla desteklediğimiz bu projenin yeni eşitsizlikler ortaya çıkartmayacağına nasıl emin olabiliriz? Öte yandan özellikle Kürt illerinde, merkezin bütçe kısıtlamaları, proje engellemeleri ve kendi kurumlarını belediyeye karşı mobilize etme ve memur-sivil arsında gerilim yaratma eğilimlerine karşı ise yerinden yönetimi ve kurumların belediye ile ortak çalışmalarını kanunlaştırmak, özerklik ve eşitlik için kaçınılmaz gibi gözüküyor.
Yerel siyaset, nasıl bir yerde yaşamak istiyorum ile yaşadığım yerden en fazla ne şekilde faydalanabilirim gibi illaki aynı cevabı çağırmayan, hatta çoğu zaman çelişik öznelikler var sayan (aidiyet-bireysellik) iki sorunun kesiştiği bir alan. Ancak bu soruların hangi terimlerle, ne zaman ve kimler tarafından sorulduğu, yerel siyaset aktörlerinin ve bilhassa belediye ve çevresinin kendilerini nasıl var ettikleri ile yakından alakalı.
Belediyecilik ve yerel yönetim Türkiye’de kendisini imar ve islah projeleri üzerinden var eden ve görünür kılan bir alan. Kentin, mahallenin suyunu, elektriğini sağlamak, çöplerini kaldırmak, yollarını yapmak, şehri güzelleştirmek belediyelerin faaliyet alanının belirleyici mihenk taşları olarak algılanıyor. Türkiye’de “Belediye çalışıyor” demek belediyenin bu tür hizmetleri kesintisiz sunması, hatta sunumunda daha evvelki belediyelerden farkını; zamanlaması, projelerinin büyüklüğü ve “girilmemiş” yerlere girebilmesi ile görünür kılmış olması demek oluyor. Refah-Fazilet-AKP çizgisinin belediyecilikte benimsenir hale gelmesi ve genel seçimlere de intikal eden başarısı, işte bu “ne olursa olsun adam çalışıyor” cümlesinde tezahür eden ve yerel siyaseti, “iyi yönetime,” iyi yönetimi ise materyal alanı yeniden oluşturarak “görünür olmaya” ve “hizmet[1] sağlamaya tercüme eden anlayışı oluşturmuş ve benimsetmiş olması.
Belediyelerin halka “hizmetlerini” ulaştırabilmesi dışında, kamusal alanda kendini var etmesinin bir diğer yüzüyse bu hizmetleri satın alırken gerçekleştirdiği ihaleler. Bu ihaleler ise çevrelerinde söylemler ve sosyal gruplar hiyerarşileri oluşturuyor. Belediye meclislerinde kimlerin yer aldığı, kentin hangi “zengin” kesimlerinin ihale pazarlıklarına girişebildiği, ihalelerin değerlendirilme süreçleri ve gene belediyenin elindeki izin verme yetkisinin hem siyasi hem ticari olan bu pazarlıklardaki açık ya da kapalı rolü şehrin kamusunu, “ulusal” kamuya benzer bir şekilde aktörler ve bilme biçimleri düzleminde ikiye bölüyor. Bir yanda yerel siyaseti yapanlar, yani “yaşadığım yerden ne şekilde faydalanabilirim” sorusunun peşinde açık veya kapalı alanlarda ticari, siyasi çıkarları doğrultusunda hareket edenler, ya da ettikleri varsayılanlar bulunuyor ki gene bunların “sıradan” insanların asla bilemeyeceği bazı sırlara, ilişkilere, sermayelere ve niyetlere sahip olduğu düşleniyor. Öte yanda ise bunlara ancak haklarında dedikodular, senaryolar ve yorumlar yaparak katılabilen, mekansal dönüşümleri çıkar pazarlıklarının somut ifadesi olarak algılayan “halk” var. Siyaset, siyasi olan o bizim bilemeyeceğimiz ötelerde sürdürülürken biz “hizmet” ve “yönetim” in nesneleri haline geliyoruz. “Bize sadece işleri düştü mü oy istemeye gelirler” sözü işte tam burada “adam çalışıyor” sözünün yanında, onunla beraber, bu siyasetten düşürülmüşlük, atılmışlık, dışlanmışlık hissiyatına ses veriyor.
Oysaki siyaset ihtiyaçların giderilmesi değil, belirlenmesine katılmaktır. Belediyelerin görev faaliyetlerini, aynı imar ve iskan zihniyeti ile sağlık, yardım ya da iftar çadırları ile arttırmaları bu anlamda, yerel siyaseti güçlendirmeye değil, hizmet eden-edilen ikiliği çerçevesinde, kimin hangi konuda ne zaman ve nasıl konuşacağını incelikli ayrıntılarla belirleyen yönetişim zihniyetini derinleştirmeye yarar.
“Nasıl bir kentte yaşamak istiyorum” sorusu ise aslında gündelik hayat içersinde “sıradan” insanların faaliyetleri ile cevaplandırılıyor. DTP’nin kendi belediye alanlarında kadın meclisleri kurmak gibi bir amacı var. İçinin nasıl doldurulacağını zaman gösterecek. Ancak “kadın meclisi” adı dahi kadınları güçlenmeye ve yerel siyasete dahil olmaya davet ediyor. Kadınların gündelik hayat faaliyetlerinde, ev önü sohbetlerinde, zamansızlıktan şikayet ederken sıraladıkları ihityaç listelerinde, çocuklarını ve kendilerini korumak kollamak için oluşturdukları stratejilerde somutlaştırmaya çalıştıkları kentsel coğrafyayı seslendirmelerine, savunmalarına, gerçekleştirmelerine yönelik bir “yerel yönetim” anlayışı, yereli siyasetten boşaltmaya değil tam da siyasileştirmeye yarayabilir. Kadınların, yoksulların, yani sahnenin dışında “hizmet” alan ve bekleyenlerin katılımı ise siyaseti büyük çıkarların gölgesinde bir fanteziden somut hayallerin oluşturulabildiği bir düzleme taşır belki. Ancak halkın siyasetini oya indirgemeye, siyaseti ise “fillerle” yapmaya dayalı T.C. geleneğinin, 80 öncesi gecekondu eylemliliklerinde, bugün ise tüm Kürt illerinde, “kadında olsa çocukta olsa” gazıyla beslediği saldırganlığını, hizmet hevesi ve sevdasıyla da birleşince, bu seçimler içinde bu umutlar bir başka bahara diye düşünmemek elde değil.
[1] Siyasette “hizmet” söyleminin yeri için bkz. Sirman, Amargi s.?