Yayınlanma tarihi: 11 Nisan 2013 – Yeni Özgür Politika (internet sitesi arşivine erişim bulunmamaktadır)
2000’ler sürecinde Türkiye’de faşizmin ve ırkçılığın arttığını, sömürgeci söylemin tüm kurumlara ve ilişkilere sindiğini uzun zamandır söylüyoruz. Bir yandan dünyada ve Türkiye’de savaşın gittikçe daha fazla teknolojikleşmesi ve böylelikle adeta bir modernlik/çağdaşlık performansına dönüşmesi-böylelikle sevilir arzulanır hale gelmesi; bir yandan oryantalizmin en temel ikilikleri çerçevesinde Kürdistan’ın Türkiye kültürel tahayyülünde bir şiddet, ataerkillik ve geri kalmışlık alanına dönüştürülmesi—yani şiddeti hak ettiği inancının içselleşmesi; öte yandan ise milliyetçiliğin her türlüsünün kutlanarak Türk halkının karakol bekçileri haline getirilmesi sonucunda Türk halkının ve Türklükle özdeşlik kuran toplumsal kesimlerin tamamının üstünlük ile korku karışımı bir şizofreni içinde yaşaması—yani Türklük denen kimliğin kendini var etmesinin tek yolunun ezmenin hazzıyla olması. Bu toplumsallık toplum bilimcileri uzun süre meşgul etmeye yeter.
Öte yandan Türklüğün böylesi somutlaşıp, içinin Kürt, kadın, Ermeni düşmanlığıyla dolduğu, bir zamanlar Türklüğün içine serpiştirilmiş şefkat, ortak ezilmişlik ve dışlanmışlık duygusu ve beceriksizlikten duyulan mahcubiyet gibi hallerin yeni ve cillalanmış Osmanlıcı emperyalizmle birlikte yitip gittiği kültürel coğrafyada, (cılız da olsa) cumhuriyetin dar görüşlü taşralılığına teslim olmayan ancak AKP’nin vaad ettiği hazlara ortak olmayı da reddeden güçlü bir azınlık da oluşmaya başladı. Şimdilik Türkiye’deki barışın hakiki tabanını Kürtler ve bunlar oluşturuyor.
AKP’nin Barışı
AKP için barışın ne olduğunu kestirmek hakikaten zor. Keskin diller kurmanın böylesi geniş bir muahafazakar koalisyon cephesinin tamamını tekilliğe indirgeyeceğinden çekiniyorum. Çünkü bizim işimiz bir yandan da AKP’nin komplike yapısının çeperinde kaldığı muhtemel demokratikleşme kaslarını kuvvetlendirmek.
Bir sosyal bilimci gözüyle bakıldığında ise AKP’nin bizleri sürekli yeniden şaşırtmayı başardığını söylemek doğru olur. Çünkü örneğin bir süredir, son üç yıldır kıyasıya saldırgan, kıyasıya savaşkan AKP’nin aynı kıyasılıkla barışmaya da hazırlanmış olduğunu görüyoruz. Bizi savaşın felaketiyle meşgul ederken hangi barış sürecini de hangi mekanzimalarla gerçekleştireceği konsunda epey taktik geliştirmiş. Sri Lanka modeli olarak piyasaya sürdüğü modeli tutmadı elbette. Aslında Sri Lanka’da dahi tutmamış olduğu ortada. AKP dünyada hiç bir bölgesel çatışmanın karşılıklı anlaşma olmadan çözülmediğinin farkında. Ancak cebinden Endonezya/Filipinler/İrlanda/Somali/Angola karışımı kendi elini güçlendirici bir Türk usülü barış modeli çıkartacağını da düşünememiştik.
Örneğin ben Sakine Cansız’ın katillerinin Ergenekon kalıntıları olduğunu düşünenlerdendim. Ancak şimdi AKP’nin yukarıda sözünü ettiğim orjinal karışıma bir de Kolombiya katarak bu suikasti gerçekleştirebilmiş olacağından şüphe ediyorum. Yine Dicle Üniversitesi başta olmak üzere tüm öğretim kurumlarında yaşananlar, barış sürecine girerken insan hakları aktivistlerinin nelere dikkat etmesi gerektiğini söyleyen tüm makalelerdeki uyarıları hatırlatıyor. Devlet barış sürecinde kendisi saldıramayınca kendine yakın grupları muhaliflerin üzerine salıyor. Başka bir makalede barış süreci ilerledikten sonra, en dikkatli olması gerekenlerin sürece resmi olarak katılan siviller olduğuna dikkat çekiliyor. Çünkü ortamı provoke etmek isteyen gruplar taraflardansa toplumsal aktörleri öldürmeyi seçiyor. AKP’lilerin Akil İnsanların güvenliği konusundaki titizlikleri aynı metinleri onların çoktan okumuş oldukları konusundaki kanımı güçlendiriyor. Yine son ana kadar dinmeyen bombalamaların da dünyanın her yanında devletlerin barış süreçlerinde uyguladıkları bir taktik olduğunu öğreniyoruz. Kandil’e yağan bombalar gibi…
AKP belki gerçekten çok hazırlık yaptı, belki de sadece devletleşmiş olmasından gelen bir iktidar bilgisiyle akrabalarıyla -yani diğer devletlerle- çabucak benzeşiyor. Ancak iki noktanın altını çizmek gerek. AKP için savaş ve barış birbirinin uzantısı ki bu meseleyle ilgili oldukça çok şey söylendi. İkincisi ise AKP tüm modellerden beselenen ancak hiç bir modele uymayan bir barış süreci peşinde ve bu süreç aslında Kürt Özgürlük Hareketine de yeni bir takım olanaklar sağlıyor. Müzakere alanını genişletiyor.
Barış Taktiği
AKP’nin dünya görüşünün yayılmacı ve emperyalist olduğunu biliyoruz. Ancak AKP özellikle son bir buçuk yılda iki önemli ders aldı. Bunlardan biri Suriye süreci sonucunda ortaya çıktı: AKP, Kürt Özgürlük Hareketi ile sürdürdüğü düşmanlığın emperyalist heveslerini her an Türkiye sınırlarına geri püskürtebileceğini Suriye konusunda yaşadığı hayal kırıklığıyla birlikte anlamış olsa gerek. İkincisi ise Kürt halkının AKP’nin Kürdistan’da yayılmasına izin vermeyeceği ve bununla da kalmayıp Türkiye coğrafyasına da nüfus ederek yeni ittifaklar oluşturma kapasitesini arttırdığı dersi.
Şimdi yayılmacı/emperyalist projesini yeni bir süreçle örmeye çalışıyor. Yani barış yeni bir dönem değil, yeni bir strateji de değil, yeni bir taktik. Buna göre ne yardan ne serden diyerek üslubunu da fazla değiştirmeden “barışmaya” çalışıyor. Kürdistan’ı bir kalkınma mevzii olarak pazarlamaya hazırlanıyor. Yani bizi önümüzdeki yıllarda en iyi ihtimalle dahi barışta savaş bekliyor ki üç yıldır ama son bir buçuk yıldır fazlasıyla, topyekün yaya gerilmiş oklar gibi hayatını sürdürenler için bu kabul edilebilir bir teklif. Kürt Özgürlük Hareketi’nin sivil kapasitesinin böylesi bir mücadeleye hazırlıklı ve donanımlı olduğu kanısını taşıyorum.
Şunu da söylemek gerekir: İncelediğimiz kadarıyla sürecin bu noktasına gelmiş tüm barışlarda ortada yarı-yasal diyebileceğimiz bir metin olur. Yarı-yasal diyorum çünkü bugünün ulus devletler yapısında ulus devletin hukukuna karşı savaşan/ona aykırı var olan ve imzacı olabilecek tüzel kişiliklere sınırlı bir yasallık atfedilmiştir. Yine de son 20 yılda benzer koşullarda yapılmış 600’e yakın anlaşma vardır. Türkiye’de en azından görünürde böyle bir anlaşma ya da ortak deklarasyonun olmaması sebebiyle tüm süreç sürekli bir müzakere olarak geçiyor. Bundan AKP’nin ne kazanç elde ettiği ortada. Ancak şimdilik Kürt Hareketi’de bir yandan yasallık talebini devam ettirirken bir yandan da hem kendi içinde hem de dostlarıyla müzakereler imkanı buluyor. İlk anda Kürt Özgürlük Hareketi Önderi Adullah Öcalan’ı ya da BDP’yi çabucak suçlamaya kalışanlar bugün kendilerini biraz daha toparlamış gözüküyorlar mesela. Ama ondan da önemlisi anlaşmanın içinin boş duruyor olması; toplumsal alanın inşasını temel bir siyaset alanı olarak sunuyor.
Türk Toplumu ve Barış
Yukarıda da bahsettiğim gibi Türkiye toplumsal alanı (yapılmış tüm anketlere göre en batısı en fazla olaraktan) faşist, ırkçı ve üstünlük kompleksleri içerisinde. Buna rağmen AKP tabanı barışa daha yatkın gibi gözüküyor. Belki sadece Başbakan ve çevresi öyle söylediği için. Belki de henüz ezilme hafızalarını tamamen kaybetmemiş oldukları için. Ya da çocuklarını askere yollayıp kaybetme korkusu yaşadıkları için.
Nihayetinde siyaset, toplumu olduğu gibi kabul etmektense zaman zaman mücadele ederek değiştirmeye, çeperindeki olanaklara büyüme imkanı sağlayacak bir yer açmaya, yöneliktir. Türkiye’de bugün, geniş kesimleri birleştiren bir “bitsin artık” “êdî bes e” aklının genişleyerek kurumsallaşma imkanı taşıdığına inanıyorum. Ancak bu aklın genişlemesi için siyasi/toplumsal hayatta ciddi bir mücadeleye ve müzakereye girmek gerekli. Öncelikle CHP’nin sürece nasıl dahil edileceği konusu var ki, bu konu Türkiye solcularının esas meselelerinden biri olmalıdır. Bu yönde Barış Meclisi’nin çağrısı ve çalışmalarının yol gösterici olduğunu düşünüyorum. İkincisi ise tüm toplumsal kesimlerin dahil olacağı ve heyecanlanacağı yeni ve ortak arayışların tesis edilmesinin de imkan dahilinde olduğunu umuyorum.
Şöyle ki; Türkiye’de faşizm ve ırkçılığa karşı iki damar var. Bunlardan birincisi Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yılı aşkındır üstünü kapattığı, tüm kurumlarını da suç ortağı ederek içlerinin çürümesine sebep olduğu, tarihsel yalanlarına karşı duyulan bir direngen merak. Diğeri ise erkek egemen toplumsallığın ezdiği, yok ettiği, taciz ve tecavüz ettiği eril-dışı varoluşların yaşama ve mücadele sevinci.
Hakikat Arayışı
AKP ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin bir zamanlarki ortak talebi Türkiye Cumhuriyeti hakikatlerinin ortaya çıkması idi. Ancak AKP bu yolda kendisine yapılan baskılar dışındaki hakikatleri sümen altı etme yoluna gitti. Ancak uyandırdığı dev o uyusun dedi diye uyumak sorunda değil. Türkiye toplumu hala Diyarbakır Cezaevi, 90’ların kirli savaşı, zorunlu göç, zorla kaybettirme, kontrgerilla, Jitem, koruculuk, faili belli ve mayınlar ve ‘kaza’ kurşunlu çocuk ölümleri ve yanmış ormanlar hakikatiyle yüzleşmiş değil. Barış süreci resmi hakikat komisyonları oluşturmayabilir, ancak hakikat mücadelesi bitmedi ve Newroz’da büyük hakikatiyle tarih sahnesindeki meşru yerinden bir yandan önderini selamlayıp, bir yandan da yaşadıklarına göz yaşı dökmüş Kürt halkının önderliğine ihtiyacı var.
Ben hala kuvvetle, hatta belki de ilk kez, Türkiye’de hakikatleri konuşmanın bir yeni irade ortaya çıkarabileceğini düşünüyorum. İşte tam da bu yüzden sürecin başından beri böyle bir yüzleşmeye imkan vermesi muhtemel Akil İnsanlar heyetini önemsiyorum. Barış sürecinin bir mücadele alanına çevrilmesi ve herkes tarafından sahip çıkılması, toplumsal kesimlerin özneleşerek birbirleri ile ciddi bir müzakereye girmesi gerekli. Muhaliflerin bugüne kadar böyle imkanları kısıtlıydı çünkü devletin tamamen kolonize etmiş olduğu kamusal alanlara sızamıyorlardı. Barış süreci bu imkanı verebilir. Kadınlar, akademisyenler, Akil İnsanlar, sendikalar vb. çeşitli toplantılarla hakikatlerin anlatıldığı ve müzakerelerin yapıldığı mekanlar kurabilir.
Barış İçin Kadınlar
Öte yandan kadınların da benzer bir rol alabileceğini düşünüyorum. Türkiye’de savaş Kürt kadınlarının hayatını doğrudan altüst etti. Türk kadınlarına ise dolaylı olarak büyük felaketler getirdi. Militarizm sonucunda kışkırtılmış erkeklik kadınların alanlarını daralttı, kadın olma biçimlerini sınırladı. Erkekliğin kendini saldırganlıklar, ötekini aşağılayarak, zarar vererek ve yok ederek var etmesi doğallaştı.
Lince hazırlanırken, tecavüz kalabalıklarına dönüşebilen erkek grupları, demokratik hakkını kullananları gaz bombasıyla öldürenlere dava açmayan yargı, devlet erkanlarının iş birliği içinde gerçekleştirdikleri tecavüz seanslarını da akladı. Kürtleri mahallelerinden kovanlar trans insanları evlerinde vurdular. Cinsiyetçilik ve ırkçılık beraber çoğaldı.
Bu yüzden Türkiye feministleri ve Kürt kadınları kimi farklarını aşarak ortak mücadele etmeyi öğrendi. Bu mücadele cephesinin gelişmesi ve barış sürecine katkısının da devrimsel etkisi olacağını düşünüyorum.
Bu bağlamda yazıyı 4 Mayıs’ta bir kadın konferansına hazırlanan Barış İçin Kadın Girişimi’nin tartışma metninden bir pasajla bitiriyorum:
Türkiye’nin de imzacısı olduğu 1325 nolu Birleşmiş Milletler Kararı barışın inşasının müzakereler de dahil her aşamasında kadınların eşit temsil edilmesinin sağlanması gerektiğini belirtir. Çünkü;
– Kadınlar nüfusun yüzde 50’sini oluşturur. Barış süreçleri toplumun yeniden inşa edildiği ve yeni toplumsal sözleşmelerin ortaya çıktığı dönemlerdir. Bu dönemlerde kurulan yapıların tamamında kadınlar eşit temsil edilmezse kadınlar bu sözleşmeye katkı sunmamış, rıza vermemiş olur.
– Kadınlar savaştan doğrudan ve dolaylı olarak etkilenmişlerdir. Yakınlarını kaybetmiş, zorla göç ettirilmiş, gözaltında taciz ve tecavüze uğramıştır. Savaş olan toplumlarda militarizm sebebiyle erkekler saldırganlaşmış, erkeklikleri kışkırtılmıştır. Bu sebeple kadına yönelik şiddet artmıştır. Cinsiyet eşitsizliği ve savaşçı ideolojilerin biçimlendirdiği erkeklikler arasında ilişki kurulması ve buna karşı alınacak önlemlerin tüm toplumsal sözleşmeler ve barış çalışmalarında yer alması gerekir.
– Kadınların yer almadığı barış süreçleri toplumsallaşamaz. Erkekler barış sürecini egemenliğin yeniden paylaşılması olarak algılar. Oysa kadınlar için önemli olanların başında savaşın toplumsal dokularda yarattığı zararın onarılması, tazmin ve telafisi gelir. Barış süreçlerinin yüzde 50’si başarısız olmuştur. Araştırmalar kadınların katılımının barışı toplumsallaştırmaya ve böylelikle derinleştirmeye katkı sunduğunu gösterir.
– Kadınlar savaş boyunca barış için mücadele ederler. Bu mücadele sırasında etnik ve sınıf ayrımlarını aşarak birliktelik geliştirir ve ortak diller üretirler. Yani barışma konusunda deneyimlidirler ve bu yeni dönemde erkeklere öğretecek bilgileri mevcuttur.
– Kadınlar savaş sırasında kayıpların bulunması, faili meçhul cinayetlerin faillerinin bulunması, sivil halka yönelik saldırı ve katliamların araştırılarak hesap verilmesi ile ilgili mücadele içindedirler. Onların bu mücadelelerini hesaba katmayan ve kadınların taleplerini içermeyen bir barış güven vermez, kalıcı olmaz.
– Kadınların kendilerini temsil etmediği bir barış sürecinde erkekler ve egemenler arasındaki silahlı savaş dursa dahi, gündelik hayatta yaşanan ırkçılık, cinsiyetçilik ve eşitsizilik devam eder ancak görünmez, konuşulmaz olur.