Yeni savaşlar

Özgür Gündem (internet sitesi arşivine erişim bulunmamaktadır)

Coğrafya, sosyoloji ve siyaset bilimi alanında çalışan akademisyenler, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla başlayan ve İkiz Kuleler’e yapılan saldırı sonrasında dilini ve biçimini sabitleyerek egemenleştiren son 30 yıldır yaşadığımız durumu tariflemek için “yeni savaşlar” kavramını kullanıyorlar.

Bu akademisyenlere göre dünya –eğer soğuk savaşa üçüncü dünya savaşı adını verecek olursak- dördüncü bir dünya savaşından geçiyor. Bu savaş, soğuk savaş dönemindeki kontrollü gerilim ve çatışma siyasetinin yerini almış durumda. Dördüncü dünya savaşı sürekli ve bağlantısız görünen ancak yaygınlaşan, tarafları çoklu ve sonucu sürekli ertelenen ve görece küçük ölçekli savaşlardan oluşuyor. Yeni savaşlar birazdan bahsedeceğim gibi hem necro-politik (ölüm siyaseti) hem de biopolitik (yaşamı belirleme siyaseti) mantıklar tarafından biçimlenen bir şekilde yürütülüyor.

Clausewitz’in, zamanında siyasetin şiddet araçları ile devam ettirilmesi olarak tahlil ettiği, devletler arası cereyan eden ve bölgesel egemenlik çatışması şeklinde tezahür eden savaşlardan farklı olarak biopolitik ve necropolitik savaş mantıkları, savaşı mutlaklaştırıyor ve siyaseti savaşın bir uzantısı haline getiriyor. Soğuk savaşın sonunun devletler ve örgütler arasında yapılacak barış anlaşmaları ile sona ereceğini uman ve 1980’lerde devreye giren barış rejimleri de böylece tedavülden kalkıyor.

Yeni savaşlar kavramı günümüzde yaşanan iki tür farklı tarihsel seyirler izleyen ancak birbiri ile bağlanan çatışma mantığına atıf yapıyor. Bunlardan birincisinin (biopolitik) klasikleşmiş örneği, Amerika Birleşik Devletleri’nin Afganistan ve Irak işgali. Ancak aynı zamanda İsrail’in Filistin’de, Türkiye’nin ise Kürdistan’da sürdürdüğü işgal siyasetini de kapsıyor. Bu savaşlar, siyaset biliminin yumuşak ve sert olarak ayırdığı zor kullanım ve siyasal ve kültürel hegemonya stratejilerini birleştiriyor, genellikle ciddi halk desteği alıyor ve amaçları “demokrasi getirmek,” “terörizmi bitirmek,” “barış sağlamak” ya da “güvenlik” gibi son derece soyut kavramlarla tanımlanmış olduğu ölçüde kesintisiz olarak sürüyor.

Yeni savaşlar adı altında ele alınan ikinci çatışma mantığının (necropolitik) klasikleşmiş örneği ise eski Yugoslavya ve Afrika’da 1990’lar boyunca yaşanmış, şimdi ise Ortadoğu’yu yoğun olarak etkisi altına almış savaşlar. Bunlar özellikle devlet güçsüzleştiğinde paramiliter gruplar eliyle birçok cephede ve birçok aktör tarafından sürüdürülen savaşlar. Her ne kadar küresel güçler ve sermaye bu savaşları etkilese de, birçok ittifak sahada belirleniyor ve düşmanın kim olduğu her an değişebiliyor.

Akademisyenler birinci çatışma türünden bahsederken genellikle biopolitik, ikincisinden bahsederken ise necropolitik ismini kullanmayı tercih ediyorlar. Ancak bu ayırım okuyucuyu yanıltmasın. İki politika ya da mantık biçimi de bu iki tür savaşta kullanılıyor. Ayırım; birincisinin kendine biçtiği amacın “pozitif” olması, yani yaşatmak ya da kaliteli yaşatmak amacı ile öldürdüğünü iddia etmesinden kaynaklanıyor. Ancak hem artık, örneğin IŞİD gibi paramiliter yapıların da halka hizmet ve halkı katletmeyi bir arada yapması hem de devletlerin de kendilerini tüm uluslararası hukuk kurallardan azade hale getirerek keyfi ölüm ve felaket saçması sebebiyle bu ayrımlar kullanışlılığını büyük ölçüde yitirdi.

Bir kez daha altını çizmek gerekirse biopolitik savaşlar yaşam adına ve sözde yaşamı korumak için yapılan savaşlar. Bunlar liberal demokrasi, istikrar ya da güvenlik gibi neo-liberal söylemlerden besleniyorlar. Özellikle kapitalizm ve liberalizmin kendini rakipsiz ve doğrunun tek temsilcisi olarak görmeleriyle birlikte ortaya çıktılar. Biopolitik savaşlar “insanlığa-karşı” olarak tanımlanan aktörlerin “temizlenmesi” mantığından besleniyorlar. Genel olarak bunların beş özelliğinden bahsedebiliriz.

Birincisi; yukarıda da belirttiğim gibi savaşa sorgulanması mümkün olmayan ve depolitize söylemler aracılığıyla girişiliyor: Örneğin insanlık, birlik, ilerleme ya da güvenlik gibi. İkinci olarak bu savaşlar sürekli, sonu görünmeyen ve genişleyen savaşlar. Anlaşmaların bunları bitirmesi mümkün değil, çünkü her grup, bölge ya da kent, egemen değerler tarafından tamamıyla asimile olmadığı sürece bir tehdit teşkil etmekle suçlanabiliyor ve “terörist” ya da destekçi ilan edilerek düşman haline gelebiliyor.

Üçüncü olarak bu savaşların siyasi anlamdan boşaltılmış olması “şehit” kavramını da geçersizleştirebiliyor ve bu nedenle bu savaşların mümkün olacak en az ölümle, teknoloji, paralı askerler ve uzaktan yönlendirilen ve belli bir otorite delege edilmiş yabancı güçlerle yürütülmesi isteniyor. Dördüncü olarak bu savaşlar genellikle şehir alanlarında yürütülüyor ve şehrin yaşam damarlarını, elektrik ağlarını, su şebekelerini, yollarını vs. savaş alanı olarak kullanıyor. Savaşan devlet bir yandan kenti bozarken bir yandan da yeniden inşa ederek kendine taraftar kazanmaya çalışılıyor. Bu savaşlarda tecrit, sokağa çıkmanın engellenmesi, hastanelerin kuşatılması, ancak aynı anda sadık gruplara hizmet verilmesi gibi isyan bastıran türde taktikler benimseniyor. Aynı zamanda şiddet araçları da çok çeşitli ve insansız hava uçaklarının saldırılarından göz yaşartıcı gaza kadar çok farklı ve hepsi de “düşmanı” şeyleştirmeye, nesneleştirmeye yönelik güç kullanımları gözlenebiliyor. Son olarak bu savaşların sahada olduğu kadar temsili düzeyde de kazanılması gerekli ve bundan dolayı yine çok çeşitli medya taktikleriyle (miğferlere kamera yerleştirilmesinden İHA’ların çektiği videolara kadar) pazarlanması ve böylelikle savaşa para akımının ve toplum desteğinin devam ettirilmesi önem taşıyor.

Bu tür savaşlarda “barış” durumu olamadığı gibi çatışmasız zamanlar da ancak savaşın başka araçlarla devam etmesi olarak anlaşılabiliyor. Çatışmasız zamanlar, muhalefetin sıfırlanması, alanların sermaye yatırımına açılması, polis ve atanmış bürokratlar aracılığıyla güvenlik sağlanması için kullanılıyor. Bu dönem aynı zamanda, savaş ekonomisinde zenginleşmiş savaş baronlarının siyasi güç kazanması ve ekonominin başka alanlarına yatırım yapması ve birikmiş sermayenin küresel ekonomiye hukuksal bir giriş yapması için de önemli. Sermaye ile bu tür savaşların ilişkisi bir tek bu biçimde değil elbette. Yerinden göç ettirilmiş ve kendini bulundukları ağlar içinde yeniden üretebilme kapasitesini yitirmiş topluluklar da küresel pazara dezavantajlı bir konumdan ve bağımlı olarak dahil ediliyor. Doğal kaynaklar askeri güç ve yerel işbirlikçiler sayesinde kontrol altına alınıyor. Son olarak bu tür savaşlar Ortadoğu’nun tamamında tanık olduğumuz gibi olağanüstü haller yaratarak yerel halkın toplumsal, ekonomik ve siyasi talep üretmelerini de engelliyor.

Başta belirttiğimiz gibi yeni savaşların diğer yüzü ölüm, yıkım ve çaresizliğin pazarlanan bir değer olarak üretildiği necropolitik mantıktan oluşuyor. Necropolitik mantık yaşamı savunma iddiasında değil, tam tersine ölü bedenler, kopmuş organlar ve parçalanmış yaralar necropolitik mantığın yan ürünü değil doğrudan birincil üretimi.

Necropolitik kavramı antropolog Achille Mmebe tarafından 2000’lerin başında Afrika’yı tariflemek için ortaya atıldıktan hemen sonra popülerleşti. Günümüzde necropolitik deyince akla öncelikle Suriye ve Libya, hemen sonra ise Orta Amerika geliyor. Nitekim devletleşme iddiası ve arzusu olan IŞİD ile birlikte necropolitik mantığın yepyeni ve daha “evrensel” bir düzleme çekildiği söylenebilir. Mmebe’ye göre necropolitik savaşlar esas olarak ulus devletin siyasi ve iktisadi küreselleşme karşısında zayıf düşmesiyle birlikte ortaya çıkan devlet dışı örgütler ve paramiliterler tarafından yürütülüyor. Devletlerin ticari trafiğin kontrolünü ve şiddet üzerindeki tekelini yitirmesi ve vatandaşlarıyla arasındaki devlet memuriyeti ve sosyal haklara dayalı ilişkisinin geçersizleşmesi ile birlikte birçok ülkenin doğal kaynakları etrafında ve sınır bölgelerinde, ortaya muğlak ideolojilerine rağmen etkili bir mağduriyet ve intikam hikayeleri anlatma kapasitesi olan devlet dışı örgütler çıkıyor. Bunlar kısa zamanda küresel savaş rejimlerine dahil olarak kendini yeniden üretecek araçlara kavuşuyorlar.

Necropolitik savaşların da birkaç ortak özelliği bulunuyor. Bunların birincisi şu: Necropolitik savaşların ölçeği değişse de hepsi soykırımsal savaşlar: Belli grupları tamamen ortadan kaldırmayı ve belli bir alanı istenmeyen etnik, dini ya da ırksal olarak tanımlanan gruplardan tamamen “kurtarmayı” hedefliyorlar. Böylelikle bu alanları önce topyekün bir yağmaya daha sonra ise yeniden nüfuslandırmaya açmayı amaçlıyorlar. İkincisi bu savaşlarda ahlaki normları aşmak, savaşı cinselleştirmek, vahşileştirmek, güdüler ve itkilerle sürdürmek, böylelikle savaşı bir çeşit psikanalitik ve uygarlıksal gerileme olarak yaşamak ve kutlamak yaygın. İntihar ve cinayet, keyfi harcama, yağma, tecavüz ve katliam, kısacası değerlerin altüst edilişi ve aşırılık, küresel ekonomi ve siyasetin çeperlerinde yaşatılan birçok erkek için tarihsel sahneye çıkmanın ve o sahneyi yok saymanın bir yolu haline geliyor. Nitekim bu savaşlarda çocuklar ve kadınlar özellikle hedef seçiliyor ve Meksika’daki uyuşturucu çetelerinden IŞİD’e, Nijerya’dan Bolivya’ya kadın katliamları/kadın soykırımı küresel boyutta artan kadın cinayetlerini yeni bir boyuta taşıyor. Necropolitik savaşlar da sonu gelmeyen savaşlar ve erkekler bu savaşlar sayesinde geçici ve ancak tekrar edilerek elde edilebilen bir haz, anlam ve kimlik dünyasına kavuşuyor ve bu dünyalarını doğrudan toprağa, mala, halkın emeğine ve kadın ve çocuklara el koyma yöntemiyle idame ettiriyorlar.

Tıpkı biopolitik mantık gibi necropolitik mantık da maddi dünyada olduğu gibi temsiliyet düzeyinde de savaşıyor. Videolar, ses kayıtları ve savaş görüntüleri, savaş suçlarını saklamak şöyle dursun, yaratılan felaketlerin yaygın biçimde arşivlenmesini, tüketilmesini, korku yaymasını ve bu sayede şiddeti üretenlerin metafiziksel bir güç kazanmasını sağlıyor. Yeni savaşlarda şiddet bir yandan gündelikleşirken bir yandan da fetişleşiyor. Şiddet araçları gittikçe daha fazla erkeğin kullanabileceği bir biçimde demokratikleşirken, aynı zamanda seyirliğe dönüşüyor, kutsal ve iş bitirici bir hakimiyet yolu olarak arzuları ve anlam dünyalarını biçimlendiriyor.

Necropolitik savaşlar aynı zamanda büyük sayılarda göçmen üretiyor ve bu göçmenleri küresel ekonomiye dahil ediyor. Göçmenler insani yardımın muhatapları, mülteci kamplarının sakinleri ve insan kaçakçılığının nesnesi olduğu gibi göçmenlerin bedenleri ve organları etrafında da formel ve enformel bir küresel değiş tokuş ekonomisi büyüyor. Hammadde olarak yararlanılan göçmen bedenlerinde kölelik ve kapitalizm bir kez daha iç içe geçiyor.

Yeni savaşların necropolitik ve biopolitik mantıkları farklı sebeplerle, farklı ihtiyaçlara cevap olarak ve farklı konjonktürlerde gelişti. Ancak küresel güçler, necropolitik savaşın aktörlerini gittikçe daha fazla işe yarar buluyorlar: Taşeron savaşçılar, kiralık askerler, uzaktan yönetilen insansız hava uçakları, yüksek teknolojik askeri mühimmat üreten firmalar ve küçük ölçekli silah üreticisi atölyeler gittikçe daha fazla savaş ihtiyacına göre şekillenen ve paranın, temsilin, gücün ve insan beden ve organlarının hızlıca değiş tokuş edildiği bir ekonomide buluştular. Böylelikle biopolitik mantık ve necropolitik mantık birbirini besleyerek, gittikçe daha büyüyen çöller, yıkım ve dehşet alanları yaratıyor. Uluslararası hukuk ve barış rejimlerinin çöktüğü dünyanın ise henüz bu savaşlara dair ürettiği yeni bir barış alternatifi bulunmuyor. Özsavunma fikrinin böyle bir alternatifi nasıl barındırdığı ve hangi ölçekler ve biçimlerde örgütlenmesi gerektiği ise belki de böyle bir bağlamda en önemli tartışma konusu.

Comments

No comments yet. Why don’t you start the discussion?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir