Yayınlanma tarihi: 3 Temmuz 2011 –Yeni Özgür Politika (internet sitesi arşivine erişim bulunmamaktadır)
BETÜL KILIÇ
Kürt halkının kendi kendini yönetebilecek bir duruma geldiğini belirten Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yar. Doç. Nazan Üstündağ, “Bu yüzden Demokratik Özerklik istiyoruz, ben inanıyorum ki bizim projemiz dünyayı dönüştürebilecek bir projedir” şeklinde ifade ediyor düşüncelerini.
İnsan hakları, yoksulluk, kadın sorunu ve Kürt meselesi üzerine yaptığı araştırmaların yanında Barış Meclisi’nde aktif olarak yer alan Nazan Üstündağ, Diyarbakır Cezaevi Adalet ve Gerçekleri Araştırma Komisyonu’nun da üyesi. Aynı zamanda BDP PM üyesi olan Üstündağ, Demokratik Özerklik Projesi, çocukların öldürülmesi, halk hareketleri üzerine sorularımızı yanıtladı.
Kürt siyasi hareketi zorlu bir seçim sürecinden geçti. Siz nasıl değerlendirdiniz bu süreci?
YSK kararlarının, ardından uygulanan şiddet politikaları ve devlet terörünün, bu kez farklı anlamda işimizi kolaylaştırdığını düşünüyorum. Kürt halkı şu anda ulusal bir parlamenter sistem içinde eritilmeye çalışılıyor. Sistemin halka açtığı bazı yönetim mekanizmaları var ve bu kadar politize olmuş bir halkımız varken, baraj yüzünden çok az sayıda insanımızı aday gösterme şansımız oldu. Tam da bu noktada devletin üstümüze gelmesi, birlik duygusunu pekiştirdi. Devlet kendi içimizde yaşama ihtimalimiz olan sorunları ortadan kaldırdı ve çok kısa süre içinde birlik olmamızı sağladı diye düşünüyorum.
Uygulanan devlet terörü ve şiddet politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu politikaların AKP’den ne kadar bağımsız, ne kadar seçime dönük olduğunu, bir sosyolog olarak tahlil etmekte zorlanıyorum açıkçası. Bu halk içinde terör estirmenin iktidarda olanlara hiçbir faydasının olmadığı bir dakkaya geldik artık. Evet, eskiden korkutmanın bir faydası vardı, ama şimdi herkesin burnundan soluduğu, ‘O’nu alıyorsan beni de al’ dediği bir dönemdeyiz. Gençler, kadınlar, çocuklar herkes ayakta. Ve devlet terörünün obje olarak seçtiği eli silah tutan erkekler vs. değil; çocuklar… Böylesi bir noktada halkı çok daha fazla dolduruyor ve mobilize ediyor. Kime ne faydası var, anlaşılmıyor.
Çocuklara ayrı bir siyasi alan
Devlet terörünün hedefinde yine çocuklar var, bunun tesadüf olmadığını söylüyorsunuz…
Bence Kürt hareketinde 2006 yılı, 1999 yılı kadar önemli bir dönüm noktasıdır. Kürt hareketinin orta sınıf aktörlüğe doğru evrildiği bir noktada, gerçekten çocuklar müdahale etti buna. Çocukların bu müdahalesi, ilk anda anlaşılmadı. Kürt hareketinin kendisi bunu küçümsedi, fakat çocuklar yılmadı ve Kürt hareketine yeniden ciddi bir halk hareketi karakteri kazandırdı. Bu yüzden de çocukların öldürülmesi sürpriz değil; bilinçlidir. Belki bilinçsizce de öldürülüyorlardır ama hasbelkader öldürülmüyor bu çocuklar; siyasi aktör oldukları için öldürülüyorlar. Ben bu noktada ‘devlet bir şeyi niçin yapar?’ sorusuna kafa yormaya taraftar değilim. Bu, devleti fetişleştiren bir yaklaşım. Devletin ne yaptığından çok, bizim ne yaptığımızla ilgileniyorum.
Çocukların aktif olarak meşru siyasete katılmasını cesaretlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Gençlik kollarımız vs. var, ama bunların da belli disiplinleri var. Kürt halkının çocuklarının bir kısmı politik olmalarına rağmen bu disiplinlerde yer alamıyorlar. Onlara kendilerini ifade edecekleri ayrı bir siyasi alan açmalıyız. Çünkü onlar, güvenlik vs. anlamında tabii ki çocukturlar, ama bilinç ve deneyim anlamında çocuk değiller. Çocuklar siyasetimizi biçimlendirdiler, bunun mükafatı olarak gerçekten örgütlü yapılar içerisinde onların ihtiyaç duydukları yerler açılarak, daha çok söz verilmesi gerekiyor.
‘Demokratik Özerklik
halktan öğrenme sürecidir’
Demokratik Özerkliği referans alıyorsunuz bu noktada…
Evet… Tabii Demokratik Özerklik sadece bir halkı disipline etme ve kendi istediğimiz yere getirme projesi değil; bizim halka uyma ve kendi örgütlenmemizi değiştirerek, halkın kendini ifade etmesine ve yönetmesine yol açma projesi aynı zamanda. Ve bunun içeriğini doldurmak için çok fazla çalışmamız, araştırma yapmamız gerekiyor. Projemizin dünyayı değiştirecek bir proje olduğuna inanıyorum.
Demokratik Özerklik Projesi’ni aynı zamanda halkımızdan öğrenme süreci olarak tanımlıyorsunuz…
Biz siyasi bir mücadele yürütüyoruz, siyasi tarihimizi yazıyoruz; siyasi geleceğimizi planlıyoruz ama ortada şöyle bir gerçeklik var ki, Kürtlerin sosyal hayatları da altüst oldu bu süreçte. Bu sosyal hayat içerisinde yepyeni zalimlikler, yepyeni itilaf alanları yaşanırken, aynı zamanda yepyeni güçlenme mekanizmaları doğdu. Demokratik Özerklik bunlara isim koyarak, bunları katmanın da projesidir bence. Kürt halkı basit bir batılılaşma yaşamayacak, yaşamıyor. Kürt halkı son derece siyasi bir tarihi çıkış yaşıyor ve bilinçli yaşıyor bunu. Demokratik Özerklik Projesi, bunu tanıyan ama henüz ayrıntılandıramayan bir proje. Bizim işimizin bir taraftan siyasi mücadeleyi sürdürürken, diğer yandan da bu toplumsal ayrıntılandırmayı sürdürmektir.
Demokratik Özerklik Projesi’nde bazı noktaların henüz hiç içi doldurulmadı; ekonomik meseleler gibi, çözmemiz gereken bir dolu sorun var. Halkın çözmesi gereken, bizim sadece yol, yöntem ve araç sunacağımız bir yolda ilerlemesi gerektiğini düşünüyorum. Sonsuz uzun bir iş, ama bir o kadar da heyecan verici… Bunları farklı çevrelerle tartıştığımız kadar halkımızla da tartışmalıyız ve çok araştırma yapmalıyız. Halkımızın gündelik hayat problemleri arasında madde bağımlılığı, fuhuş, aşiretlerin çözülmesi, aile bağlarının çözülmesi, insanların birbirine düşman olması, siyasetin iktidar alanlarına dönüşmesi gibi sorunlar var. Ama bunun içinde aynı zamanda bilgeliğini, tarihini yanında taşıyarak bu sorunları çözmeye çalışan bir dolu yerel aktörümüz de var. Onlardan çok şey öğrenebiliriz, o yüzden bu süreç artık biraz da halkımızdan öğrenme süreci.
Diyarbakır Cezaevi Adalet ve Gerçekleri Araştırma Komisyonu’nda da yer alıyorsunuz. Buradaki çalışmalar nasıl gitti?
1980-84 arası Diyarbakır Cezaevi’nde kalmış 500’e yakın kişiyle görüştük. Oradaki anlatıları paylaşmak istediğim birinci grup, kesinlikle bunları bilmeyenler, yani Türkler falan değil, Kürtler. Bu anlamda ben Kürtlerin Kürtlere öğretme sürecinin, Kürtlerin Türklere öğretme süreci kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Kürt gençlerinin o dönemki dostlukları, arkadaşlıkları, birbirlerini kabul edişleri, itilafları çözüşleri, ihanetçiyi gerekirse yeniden kucaklayışları, kurdukları ahlak, nasıl ve kimler adına ne miraslar aldıkları kuşaktan kuşağa aktarılması gerekiyor. Bu anlamda bizim bize anlatacağımız çok şey var. Zaten Demokratik Özerklik Projesi de böyle bir proje.
Cizre acıtan bir yer
Türkiye toplumunun Kürdistan coğrafyasında yaşananlara sessiz kaldığını, toplu mezarlar çıkmaya başladığı zaman bile devam ettiğini gördük. Bu suskunluğu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cizre beni çok acıtan bir yer. Bir yandan çok güzel bir coğrafya, öte yandan da vahşetin izlerini taşıyor. Her gün birkaç kişinin öldürüldüğü bir ölüm mekanı, dehşet demek ya da faili meçhul demek basit kalıyor. O kadar büyük bir Newroz katliamı, dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir vahşetin, ancak bir korku filminde görebileceğimiz sahnelerin yaşatıldığı bir yer. Böyle bir coğrafyamız var. Şu anda henüz mücadele heyecanıyla bunların sonuçlarıyla başa çıkmış değiliz. Öte yandan da bu toplu mezarlarda kemiklerin bile kaybedildiği bir bürokrasi ve devletin bütün kurumlarının işbirliği yaptığı bir hastalık sarmalıyla karşı karşıyayız. Devletin öldürdüğü yetmiyormuş gibi bir de buldozerlerle girdiği mezarlıklardan bahsediyoruz. ‘Bunların hesabı sorulacak’ demek bile çok anlamlı değil, basit kalıyor. ‘Oradan yaşam yeşerteceğiz’ demek istiyorum. O yerleri yaşam mekanları yapacağız ve gelecek nesiller, umarım öyle yaşayacaklar.
Nazilerin yaptığı soykırım için söylenen, ‘soykırımın banallaşması’ durumunu yaşadık. Soykırımın bayağılaşmasını, gündelikleşmesini yaşadık. Türkiye, bütün kurumları birlikte bu suçu işledi ve bu sadece Kürt topraklarını etkilemekle kalmadı; Türklerin de acımasızlaştığını ve insanlığını kaybettiğini gördük. Bunların hepsini bu savaştan bağımsız olarak anlamak mümkün değil. Türklerin bugünkü ahlak kayıplarını, kendilerini bu kadar kolay çıkarcı kapitalizme teslim edişlerini, cemaat ilişkilerinin dahi bu denli neoliberalizmin taşıyıcısı haline gelmesini bugünkü savaşın acımasızlığından, suskunluğundan ve bütün kurumları kirletmesinden bağımsız olarak anlayamayız. Bir Başbakan ki çıkıp, ‘Kadın mıdır? Kız mıdır? Belli değil’ diyebiliyor. Savaşta önce kadın gerilla cesetlerine uygulanan vahşet, milletvekillerimize yapılan hakaretlerden bağımsız değil. Yine tüm bunlar karşısında susan bir halk icat edilmesinden bağımsız değil. Türkiye’deki bütün ezme ve ezilme ilişkileri, bu savaştan bağımsız değil. Sürekli bir ayağımız çukurda hissi yaratan bu saldırganlık, kadınların bedenini herkese açık hale getiriyor. Ben Başbakan’ın saldırgan sözlerini, erkeklerin topyekun saldırgan gözlerini, Kürdistan’da kadınlara yapılanlardan bağımsız olarak düşünemiyorum artık..