İŞİD ve Avrupa Sağı Kıskacında Mücadele

Görünen o ki İŞİD Fransa saldırısının ardından, özellikle Avrupa’dan, tam istediğini alıyor: Yükselen bir göçmen ve Müslüman düşmanlığı.

Nitekim her ne kadar Suriye sorunu karşısında yeni oluşan ittifaklar İŞİD’in Suriye’de gerileme ihtimalini müjdelese de, Batı karşıtı gelenek, dünyanın her yerinde özellikle Asya ve Afrika’da çok çeşitli örgütlerin İŞİD’e sadakatlerini ilan etmelerine sebep oluyor. Bu İŞİD’in uzun dönemde biçim değiştirmek zorunda kalsa dahi dünya sahnesinden kolay kolay gitmeyeceğinin habercisi. Avrupa sağı ve Ortadoğu’nun şimdiye kadar geliştirmiş olduğu en kapsamlı sağ hareketi olan İŞİD, güçlerini tahkim edip, ittifaklarını güçlendirerek, dünyada ırkçılık, sekterlik, düşmanlık ve şiddet dışında her hangi bir seçeneğin güç bulmasına izin vermeyecek gibi görünüyorlar.  Hatırlayalım El Kaide’de benzer dinamikler içinde Afganistan saldırıları ardından biçim değiştirerek İŞİD’leşmişti.

İşid korkusu ve nefreti ile öyle bir noktaya geldik ki Esad gibi halkını biner biner bombalayan bir diktatör tüm batı tarafından yavaş yavaş kabul görüyor ve İsrail’e karşı direnişiyle eşitlik talebi ve evrenselliğin bir zamanlar en takdir toplayan temsilcilerinden olan ve savaşta Esad’ın yanında yer alarak tüm bu takdiri yerle bir eden Lübnan Hizbullah’ı HDK’nin bildirgesinde yer buluyor.

Dünya sağcı, militarist, ırkçı, dışlayıcı, biyopolitik, nekropolitik, apokaliptik seçenekler arasına tıkandı. Latin Amerika sosyalizmleri, Yunanistan solu ve elbette Rojava demokratik özerkliği bu denklemin içinde görünmez oluyor.

Bilemiyorum belki de boşa kürek çekiyoruz. Belki de solun bu hiç bir barış hayal edemeyen dünya savaşlarının kendi dinamiklerinde sağın değişen pozisyonlarından pragmatik olarak faydalanmak dışında pek bir seçeneği yok. Çünkü her türlü gündelik pratiğin içine işlemiş, dil ve eylemle sürdürülen ve yeniden üretilen sağcılığa karşı, sol seçeneği büyütmek nihayetinde bu dinamiklerin içinde, tam ortasına gerçekleşmek zorunda.

Şu anda hem tüm bu savaşların sahnesi olan, hem de görkemli Kürt direnişi, büyüyen göçmen nüfusu, radikalleşerek ayrıcalıklarını kaybetmek istemeyen Sünni Müslüman orta sınıfları, radikalleşen ve İŞİD’lileşen milliyetçi erkekleri, tüm bu durumdan kaygılanan ve kendi varlık sorunlarını yeniden değerlendiren Alevileri, gelişmiş ve birbiriyle ilişkilerini canlı tutan kadın ve barış hareketleri, tedirgin batılılaşmış kitleleri, dinamik, cesur, arayışta ancak ayrışmış gençliği, çok çeşitli sınırları sayesinde dünyayla sürekli ilişki halinde olan kültürel yapısıyla Türkiye en önemli mücadele alanlarından biri. Eğer dünya savaşının bir cephesi olarak düşünecek olursak, Türkiye ve Kürdistan’ın iç içe geçmişliği bir kardeşlik, sorumluluk ve vicdan meselesi değil. Türkiye ve Kürdistan politik olarak ortak bir mücadele alanı, bir kez daha bu şekilde tanımlayıp politikleşmenin tam zamanı.

Korkunç küresel bir durumdan bahsediyoruz. Devletler, örgütler, batıcılık, batı karşıtlığı, Müslümanlık ve Müslümanlık karşıtlığı,  silah şirketleri, güvenlik şirketleri, petrol firmaları, bankalar, faizler, kaynaklar, uluslararası ittifaklar, terörizm ve humanizm, güvenlik ve büyüme söylemlerinin kurduğu materyal ve söylemsel ilişkilerin tamamının iş gördüğü ve Türkiye, Suriye, Kürdistan ve tüm Ortadoğu’da savaşı sürdürdüğü, savaş sayesinde değer ürettiği bir durumdan. Ancak tüm bunların en ince ayrıntılarına kadar yerel ve gündelik hayatı dönüştürdüğü, kendini yerele ve yerel ilişkilere kazıdığı bir dönem de bu. Bu yerelliğin bir ucu en çetin haliyle Rakka, Cerablus, bir ucu Kobani Nusaybin, bir ucu Konya, bir ucu İstanbul, bir ucu Brüksel. Kanımca tam da bu nedenle duygularımız bizi ne kadar kopatırsa kopartsın, politikliğimiz bizi bir arada tutmak zorunda.

Comments

No comments yet. Why don’t you start the discussion?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir