Jineoloji Dergisi Sayı 19 – Ekim Kasım Aralık 2020
Akademik dil deyince aklıma en az iki farklı dil geliyor. Birincisi son derece steril ve anlaşılması pek de zor olmayan pozitivist dil. Bu dil bir takım durumları değerlendirmek ya da ilişkileri kanıtlamak üzerinden kendini var eden, düşünceyi derinleştirmekten çok, toplumsal çokluğu, çeşitliliği ve çetrefilliği basitleştirerek anlatmaya yönelen bir dil. Aslına bakarsanız bu pozitivist dil ile kapitalizmin ürettiği toplumsal dil çoğu zaman örtüşüyor da. İkisinin de tarihsel olarak erkek konumu ve öznelliğini esas aldığını ve dil aracılığıyla bu konumu yaymaya, tekleştirmeye ve hakikat mertebesine çıkartmaya soyunduğunu düşünürsek bu çok da şaşırtıcı değil.
Bir örnek vereyim: Toplumsal önyargılar eğitimin kadına karşı şiddeti azalttığını söyleyecektir. Eğer pozitivist kavramlaştırmaya dayalı sayısal bir ölçüme gidecek olursanız bunu “bilimsel” olarak da kanıtlayabilirsiniz. Ancak pozitivizmi aşan bir dil bu toplumsal önyargının ötesine geçebilir ve gündelik hayatı, o hayat hakkında söylenenlerin ötesine taşıyarak ismi henüz konulmamış olanı ortaya çıkartabilir. Örneğin, böyle bir çaba içindeki feminist akademik kavramsallaştırma “eğitimli” denen kesimler arasında yayılmış bambaşka şiddet biçimlerini keşfetmiş; bu tür önyargılar ve çıkarımlar aracılığıyla sınıfların nasıl cinsiyetlendirildiğini göstermş ve kadınların deneyimlerine ve dünyalarına anlam katacak yeni diller üretmiştir.
İşte burada yine akademi içinde üretilen ikinci bir dille karşılaşıyoruz. Bu dilin sorunu, dünyayı basitleştirmeye kakışan bilimsel ve toplumsal önyargıları aşmaya çalışırken ve bunlara karşı mücadele ederken, gittikçe zorlaşmasıdır. Nitekim akademinin eleştirel alanlarında yeşeren bu dil, kolaylıkla toplumdan kopmak ve anlaşılmaz olmakla suçlanır. Oysa eleştirel dilin böyle olmasının yapısal diyebileceğimiz sebepleri vardır.
Öncelikle, eleştirel akımlar kalıplaşmış dünyaya bakma biçimlerini aşarken ve yeni bir kavramsallaştırma ortaya çıkartırken, kendini felsefi bir geleneğe dayanma baskısı altında hisseder. Bu ise kuramsal olarak aşırı yüklü olmalarına sebep olur. Öte yandan yeni kavramsallaştırmalar, alışılagelmedik sözlerin ve söz dizimlerinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkar ki bu da dilin kanıksanmış beklentileri karşılayamaması, zorlanması ve dikkat gerektirmesi anlamına gelir. Üçüncü olaraksa dilin erkek-egemen düşünme biçimlerinden çıkartılıp akışkanlaşması; bastırılanı açığa çıkartması; ego-merkezli bir bakma ve anlama halinden kurtarılması da yeni tarzları denemeyi gerektirir. Her ne kadar tüm bunlar düşünceyi derinleştirip, yeni tahayyüller ve yeni anlamlara kapı aralasa da ne yazık ki eleştirel dil –özellikle ortaya ilk çıktığında- seçkin bir azınlığın toplumsallığını kurmakla yetinmek zorunda kalır.
Akademik dilin elbette demokratikleşmesi gerekiyor. Ancak bu demokratikleşmenin nasıl olacağı meselesi önemli. Bu demokratikleşme kolay olanın, kolayca anlaşılabilenin hakim olmasıyla sağlanamaz. Çünkü yukarıda demeye çalıştığım gibi “kolay anlaşılabilir” olan genellikle pozitivizmle kapitalist toplumsallığın uzlaşma alanıdır. Öyleyse başka bir uzlaşma alanı yaratmak gerekiyor: Eleştirel akademinin toplumda radikal olanla, dışlanmış olanla, egemen anlatıların içine girmeyenle düşüncenin derinliğinden taviz vermeden ortaklaşması gerekiyor. Bu ortaklaşmanın yolu ise kanımca ister araştırma yoluyla, ister üniversiteyi dönüştürerek toplum ile eleştirel düşünceyi birbirine çarptırmaktan geçiyor.
Doğrusu böyle anları deneyimleme şansım oldu diyebilirim. Akademide geçirdiğim zaman içerisinde bir otobüs dolusu öğrenciyle Soma’ya gitmek ve maden kazasından geride kalan kadınları dinlemek ve bunları hem siyasi hem de toplumsal mecralara aktarmak; Suriye’li göçmenler Türkiye’ye ilk gelmeye başladığında Antakya’daki sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte bir rapor hazırlamak; 1980-84 Diyarbakır Cezaevi Hakikat Komisyonu içinde yer almak, 2014 yerel seçimlerinden önce gene bir öğrenci/öğretim görevlisi grubuyla İstanbul’u ilçe ilçe gezerek HDP için veri toplamak stratejik ve taktiksel çıkarımlar yapmak gibi faaliyetleri içeren çalışmalar ve bu çalışmaların sonuçlarını hem tüm önyargıları sarsacak şekilde, hem de anlaşılır ve işe yarar bir halde sunma zorunluluğu dil konusunda beni hem en zorlayan hem de en geliştiren dönemler olmuştu diyebilirim. Çünkü bunlar akademik ile toplumsal olan dillerin arasındaki açıda ne kadar rahatsız da olsa durmayı ve genel geçer olana teslim olmadan inat etmeyi gerektiriyordu.
Akademik dilin ancak toplumsal alanlarda ve toplumla birlikte düşünme mecburiyeti ile karşılaştığında komplike düşünceden taviz vermeden anlaşılabilirleştiğini düşünüyorum. Akademik düşünme pratiğinin toplumsaldan bağımsız gerçekleşmesi ve kısa dönemde “yararlı olma” kaygılarını taşımayıp özgürce salınması için bir alanı olmalı. Ancak düzenli olarak toplumsal bilgiyle çarpışmak zorunda kalarak değişmeli, dönüşmeli, dönüştürmeli. Bu yazının ikinci bölümde 1980’ler sonrasında akademideki dilin geçtiği daha geniş dönüşümü bu perspektifle tartışacağım.
II.
Aslına bakarsanız son yıllarda akademik alana hapsedilmiş sosyal bilimler hem akademisyenlerin bekçiliğini yaptığı sınırların içinden hem de bu alanın dışında bırakılanlar tarafından sorgulanıyor. Bahsettiğim türde karşılaşma alanlarının oluşmasının bunda payı büyük: Bir yandan akademik alandaki bilgi üretimine talip olanların çoklaşması ve çeşitlenmesi söz konusu: Bugüne kadar hep haklarında bilgi üretilmiş, ancak kendileri bu üretimden dışlanmış, kendisini ezenlere karşı temsil etme ve anlatma konusunda oldukça tecrübe ve bilgi geliştirmiş grupların ve halkların gençleri gittikçe daha fazla akademik alanın içinde yer alma mücadelesi veriyorlar… Siyahlar, güneyliler, doğulular, yerli halklar ve eski sömürgeler, uzak Asya’lılar ve Latinler… Kadınlar ve quirler… Bu gruplar akademik alanın içinde sayıları artıp örgütlü davranmaya başlayınca buradaki bilgi üretim alışkanlıklarını ve kullanılan dili hem eleştiriyor hem de yeniden üretilememesi için sekteye uğratıyorlar.
Öte yandan teknolojideki gelişmelerle birlikte fikirlerin hızla yolculuk etmesi, bilginin demokratikleşmesi ve akademik bilgi ile deneyimden gelen bilginin halk hareketlerinde buluşması, akademinin dışında yeni kavram üretim merkezlerinin oluşmasını sağlıyor. Halk hareketlerinin geliştirdiği dillerin birbirlerini ilhamlandırması ve titreştirmesi, akademik alanı da kendi sınırlarını açmaya zorluyor. “Komünleştirme,” “grev,” “işgal,” “özsavunma,” “barikat” gibi toplumsal isyanlar içinde ortaya çıkan kelimeler akademik alanı kimi zaman yeni teşhis imkanlarıyla, kimi zamansa yeni analitik haritalarla donatıyorlar.
Aslında akademide kullanılan ve genellikle yazılı biçimde kurulan dil, 1980’lerin ortasından itibaren ciddi bir eleştiriye tabi tutulmuştu. Dilin var olan-ya da araştırma sonucu elde edilen- bilgiyi yansıtmaya yarayan bir araç değil bizatihi hakikatin kendisini kuran bir düzlem olarak ele alınması gerektiği ve akademide kullanılan dilin bu anlamıyla masum olmadığı iddia edilmişti. Önce antropoloji disiplini içinde ortaya çıkan, daha sonra ise tüm sosyal bilim alanlarını etkileyen bu eleştiriler, akademisyenlerin kullandıkları dilin, hakkında yazdıkları kişileri ve olayları tanımladığını ve belli hiyerarşiler içine yerleştirdiğini gösteriyorlardı. Akademinin hakkında yazdığı bir çok halk, sosyal bilimlerin ürettiği dil içinde kendi hakkında bilgi üretmekten aciz ve anlam üretiminde pasif resmediliyor, batılı gözün rahatça içini okuyabileceği bir transparanlığı olduğu varsayılıyor ve kendi kendini temsil etme araçlarından uzaklaştırılıyordu.
Bu dönemde bilimin bunu nasıl da dilsel yöntemlerle başardığıyla ilgili oldukça çalışma yapıldı. Örneğin cümleler genellikle pasif ve öznesiz inşa ediliyor ve böylelikle yapılan çıkarımlar failsiz ve nesnel kılınıyordu. Bilim -dir’li –dır’lı geniş zaman cümleleriyle kesin bir hakikatin sesi gibi konuşurken, hakkında yazdıkları kişiler –di ya da –miş’li geçmiş ile konuştukları ölçüde parçalı yaşamlar, eksik hakikatler ve sınırlı bilgilerle beraber düşünülüyorlardı. Bir diğer deyişle, akademi ister positivist ister yorumsal isterse diyalektik bir metodolojiyi benimsesin, nihayetinde ürettiği bilgiyi toplumsal bilginin üzerine konumlandırmayı, toplumun kendi hakkında ürettiği sözün üstüne söz koymayı ve ilelebet son sözü söylemeyi; dilin içinde kurduğu stratejiler, kullandığı söz sanatları ve cümle kurma biçimleriyle beceriyor, sağlama alıyor ve meşrulaştırıyordu.
Bu eleştiriye elbette en çok kadınlar ve batının eski sömürgelerinden akademiye dahil olmuş kişiler sahip çıktı. Aslına bakarsanız 1990’lar bu sebeple bir çok sosyal bilimcinin yeni yazım biçimleriyle deneyler yaptığı yıllardır. Örneğin sosyal bilimcinin sadece bir önsöz ve son söz yazdığı ama tamamı “yerel” ismi verilen halklardan biri ile diyalog halinde yazılmış kitaplar; ya da sosyal bilimcinin kendini ve yaptığı her seçimi öznelleştirerek, ifrazat derecesinde bir aşırılıkla ifşa ettiği yazılar raflarda yerlerini aldılar. Bu dönem belki de en çok tartışılan konu şuydu: Eğer bilimsellik üreten dil taktiklerinden vaz geçip öznelliğimizi kabul edeceksek bu ürettiğimiz bilgi ile ilgili olarak ne anlama gelir? Mesela bilim ile edebiyat arasında kurulan sınır acaba sadece dil ile inşa edilen bir sınır mıdır? Bir diğer deyişle kurmaca bir hikaye, bir otobiyografi veya saha araştırmasına dayalı bir sosyal bilim ürününü birbirinden ne ayırır? Bunlar sadece hakikati anlatmanın farklı dilleri değil midirler? O zaman birbirlerinden ödünç almalarında ne sakınca vardır? Ya da aralarındaki sınırı korumanın kime ne faydası bulunur? Kimileri ise sosyal bilim ve edebiyatın arasındaki sınırın tamamen kurmaca olduğunu iddia ediyor ve her “hakikatin” aslında sadece edebi olabileceğini, çünkü dille kurulduğunu söyleyerek, edebiyatın sosyal bilimler üzerindeki sultasını ilan ediyorlardı.
Bu tartışmalar sosyal bilimlerin metodolojisinde ve kullandığı dilde yeni ölçüler oluşturdu. Bugün örneğin feminist metodoloji ile yazılmış hiç bir yazıda –istisnalar hariç—kadınlar hakkında yazılan hiç bir araştırmada kadınların sözlerinin olumsuzlandığı, kadınlarla tartışmadan haklarında çıkarım yapıldığı, ya da beraber düşünme edimi içine yedirilmeden kadınlar hakkında söz söylendiği görülmez. Kendini sorgulayan ve sorgulamaya açan, ortaklık ve ittifak kuran, nesneleştirmeye karşı duran, ve kendi toplumsal konumunu açığa çıkaran bir dildir hakim olan. Tam da bu sebeple hala kendini positivist olarak kuran bilim akımları, kadınların dili ile yazılmış olanı “bilimsel” kabul etmeme ısrarındadır. Pozitivizm artık dili sayıyla yenmeye soyunmuştur. Son derece çetrefilli istatistiksel formüllerle hakikatin sanki içine dil değmeden sunulabileceğine dair bir kandırmaca içine kendilerini kapatır ve sayının, sayılar arası ilişkinin ve sayıyla sembolize edilen kavramların hepsinin dil ile kurulduğunu şiddetle unutmaya çalışırlar.
Son elli yılda akademik dilin dönüşümünü sağlayan birinci kuvvet dilin hakikat kurucu gücünün muhalif akademisyenler tarafından kavranması, gündeme getirilmesi ve akademik dilin değişmesi için politik ve kavramsal bir baskı oluşturması dedik. 2000’lerin ortasından itibaren ise iş piyasasında, çeviri dolaşımında, eğitimde ve teknolojide olan değişimlerle birlikte akademik bilgi ile toplumsal hareketlerin buluşmasına; toplumsal hareketlerin genişleyen ufuklarında yeşeren kavramların akademik alana sızarak ve taşarak akademik dili yeniden inşa etmesine tanıklık ediyoruz.
Öncelikle şunu söylemek mümkün– her ne kadar toplumsal çatışmaları var olan düzen lehine ehlileştirmesi sebebiyle çokça eleştirsek de– sivil toplum sektörü büyüdükçe bunun bir yan etkisi olarak akademik kavramların toplumsal dolaşımı ve toplumsal kullanıma açılması ivme kazandı. Türkiye’den örnek verecek olursak, özellikle hafıza, hafızalaştırma, geçiş dönemi adaleti ya da geçmişle yüzleşme konularında sivil toplum kurumları akademi ile toplumsal alan arasında önemli bir köprü ve çevirmen işlevi gördü. Benzer bir şeyi feminizm ve ekolojik mücadelede de görmek mümkün. Sivil toplum da akademi de insan trafiği yoğun alanlar. Öğrenciler ve sivil toplum kurumlarında ya da üniversitede asistanlık işlerinde kısa zamanlı ve güvencesiz olarak çalışan kişiler, aynı zamanda toplumsal hareketlerde de önemli roller alıyorlar. Örneğin Amerika’da İşgal Et!, Türkiye’de Gezi, Yunanistan, İtalya ve İspanya’da ki anarşist hareketler ve Ortadoğu’da ki Meydan hareketlerinde, bahsi geçen kişiler aracılığıyla ve yine başka bir kesişim üreten internet mecraları sayesinde, yepyeni kavramlar üretildiğine tanıklık ettik. Kimi zaman ise geçmişe hapsolmuş ve akademi tarafından de-modeleştirilmiş kavramlara yeniden ruh üflendi.. Bu kavramlar daha sonra bulundukları yerlerden akademinin merkezine doğru tekrar hareketlendi ve şimdilerde örneğin devrimi ve devrimciliği konuşurken ya da sistemsel eleştiri geliştirirken en çok referans verilen kavramlar haline geldiler. Örneğin insanın aklına bir çırpıda mülksüzleştirme, barikatlaşma, komünleşme gibi kelimeler geliyor.
Tüm bu sürece çevirilerin katkısı da yadsınamaz. (Ayrıca dünyada –umduğum üzere – yakın bir zamanda işlevli bir (kadın) enternasyoneli gerçekleşirse bu çeviribilim sayesinde olacaktır). Son yirmi yılda bir çok kitabevinin yaptığı çeviriler sayesinde, baskılarla güdükleştirmiş akademik alanın dışında, bilginin dolaşımı mümkün oldu. Özellikle muhalif gazetelerin ve özgür basının köşe yazarlarının çeşitlenmesi ile bu çeviri kitaplardan öğrenilerek üstlenilmiş bir çok kavram hızlıca dolaşıma girdi.
Peki bu örnekleri niye veriyorum? Şunun için. Dilin tek düzeliğini bozan ve onu derinleştiren şey karşılaşmalar. Bu akademik dil için de toplumsal dil için de geçerli. Akademik dilin alanının yok olmaması ancak toplumsal olanla karşılaşması için trafiğinin yoğun olması gerektiğini düşünüyorum. Kürt hareketinden bir örnekle bitireyim. Kürt Hareketi’nden edindiğim bir çok kavram var. Hareketin dışında yer alan biri için bu kavramları anlamak kolay değil. Ancak çarpışmalar ve karşılaşmalar sayesinde bu kavramların bazıları benim için artık analitik kavramalar haline geldi ve akademik yazılarımda da sıklıkla kullanıyorum. Örneiğin içi ciddi bir deneyimle doldurulmuş iradeleşme kavramı, Kürtçe’den xwebun kavramı ve akademiden gelen özneleşme kavramları birbirleriyle konuştukça anlamları çoğalıyor, derinleşiyor. Mesele bunları birbirileri ile sürekli çarptıracak insani, dilsel ve bilgisel dolaşımın çoklu, sürekli ve etkin olacağı mecralar yaratmak…