Eylül 2012, Tükenmez Dergisi
Sosyologlar, bir ülkede yaşayanları tüm farklılıklarına rağmen birleştiren şeyin kültürel mahremiyetler olduğundan bahseder. Kültürel mahremiyetler; dışarı ile içerinin arasındaki sınırı çizen, içeridekilerde ortak bir deneyim ve aşinalık hissiyatı yaratan çeşit çeşit utançlar, zevkler, espriler, hikayeler ve tesirlerden oluşur. Örneğin çizgili pijamalı dizi seyirleri, işten gelen babaya terlik getiren kız çocukları, yanlış telaffuz edilen “alafranga” kelimeler ya da teknolojik arızalara kurban gidenler; Türkiye’nin kültürel mahremiyetlerine örnek teşkil eder. Türkiye’de yaşayanlar, aynı siyasetten hoşlanmasalar da, ülkenin geleceği konusunda apayrı planlara sahip olsalar da ve farklı “kutsallara” sadakatleri konusunda birbirlerine şüpheyle yaklaşsalar da nihayetinde benzer şarkılara ağlar, benzer türkülere oynarlar. Bu anlamıyla kültürel mahremiyet kavramı bize rağmen biz olma süreçlerine işaret eder. Ancak bu süreçler her ne kadar iktidardan ve siyasetten bağımsızmış gibi gözükse de aslında bir coğrafyanın iktidar ile olan ilişkisini en açık şekilde dramatize eder.
Ahmet Kaya, Türkiye’nin 1980lerden 2000’e kadar ki sancılı döneminde kültürel mahremiyetler konusunda en fazla bilgi üretmiş, kültürel mahremiyet meselesinin iktidara en sinsice eklemlendiği Özal/Demirel/Çiller iktidarlarında sol kültür siyasetini en etkin şekilde yapmış isimdir. Bu sebepledir ki ülkesinden gitmek zorunda bırakılması herhangi bir sanatçının, muhalifin ya da isyankarın göçüne benzemez. Bir dönemin sonunu ve Türkiye’nin mahremiyet tarihinde son derece karanlık bir sayfanın, bir feci unutuşun, bir beter bölünmenin, bir zalim ayrışmanın miladını ifade eder.
1980 darbesi sonrasında yaşananların bilhassa sol kesimde ciddi bir travmaya sebep olduğu; 80 siyasi “soy kırımı” ile bir türlü yüzleşilemediği ve yasının bir türlü tutulamadığı; bu sebeple de sol siyasetin ebedi bir melankoliye hapsolarak toplumsal tabanından uzaklaştığı; Türkiye’nin yakın tarihinin, sosyolojik analizlerinde sıklıkla dile getirilmiştir. Bilindiği gibi travma, hafızada yarıklara sebep olan şiddetli ve beklenmedik olayların sonucunda ortaya çıkar. Travma yaşayan toplumlar, başlarına geleni var olan tarih bilinci ve algısı içerisinde anlamlandırmak da zorlanırlar. Travma öncesinde neye sahip olup şimdi neyi kaybettikleri konusunda sözle bilgi geliştiremez, yeni amaçlar edinemez, acılarını, arzu ve hayallerini toplumsal bir dil içinde ifade edemezler. Türkiye’de de çok yakın zaman kadar 1980 darbesi ve öncesi ne ciddi bir edebiyata ne de ciddi bir toplumsal ve tarihsel değerlendirmeye konu olabilmiştir. Tam tersi 1980 darbesi; sol hareketi bir jargona, bir şehitler kutlaması, bir örgütler hafızası ve bir sadakat/ihanet, direniş/çözülme ikilemleri testine indirgemişti. İşte tam da böyle bir tarihsellikte Ahmet Kaya’nın biricikliği 1980 darbesi sonucunda kaybedilenlerin yasını geniş toplumsal kesimleri içerecek şekilde tutabilecek bir dil ve lügat yaratmasındadır. Ahmet Kaya şarkıları solun yasını, hıncını, hayal kırıklıklarını ve değerlerini Türkiye’nin kültürel mahremiyeti haline getirme konusunda azımsanmayacak bir yol katetmiştir.
Ahmet Kaya’nın sesinde darbenin yok ettiği Özal kapitalizmi öncesi sol evrenin maddi hakikatı gelecek kuşakların yaşamına yansır. Yası tutulan dünya; tabancalıların, fişlenmişlerin eşgalleriyle arandığı ve ıssız sokaklara sığındığı bir dünyadır. Sazların notalarının kanadığı, kitapların saklandığı, cigaraların sarıldığı kuytu köşelerde tedirgin bekleşilen bir dünyadır. Kaybedilen 80 sonrası kapitalist dünyanın köşe dönmeci hızına inat; dostların savaşta, direnişte ve ölümde eşit olduğu, aşkların zafere ertelendiği bir zamansallıktır. Küresel kapitalizmin darbe eliyle yıktığı, anaların çocuklarının hayallerine ve göz yaşlarına tanık olduğu, geçmişin tüm yarım kalmış davalarının bugünün adalet savaşçılarının bedeninde rücu bulduğu bir yerelliktir. Ahmet Kaya sanki hiç olmamış gibi yapılmaya kalkışılan bu maddi hayata sesiyle adeta yeniden hayat üfler.
Aynı yıllarda; sermaye ve devlet el ele Türkiye’li olmanın kültürel mahremiyetini yeniden yazmaya kalkmaktadır. Bu mahremiyet Arabeskten utanmayan, mecliste çiğ köfte yapan, tiyatro yerine alışveriş merkezine gitmekten gurur duyan, rüşveti nişanı gibi taşıyanlarındır ve Kürt topraklarında kaybedilenlerin, toplu gömülenlerin ve kaldırımlarda bırakılanların bedenlerini inkar ederek inşa edilir. Öte yandan Ahmet Kaya’nın duru sesi, 1980’lerin parlak, boyalı, barlı, çekli, vitrinli, renkli ve Semra’lı yaşamına ters giderek, darbenin travmasının yaraladığı bilinçler ve hafızalara darbe öncesi değerleri sızdırır. Ahmet Kaya’nın şarkılarından zevk alanlar “eski solcularla” sınırlı değildir. Kaya’nın şarkılarında Türkiyeli olmanın ortaklığı; sağından, soluna, ülkücüsünden sosyalistine, Türkünden Kürdüne bu hafızada; yok edilmiş, darbelenmiş, yaralanmış bu travmatik hafızada ve Özal kapitalizminin ısrarla yok ettiği bu maddi dünyaya olan aşinalıkta gizlidir. Ahmet Kaya’nın şarkılarında bahsettikleri; kenevir, das Capital, şehir vapuru ve karakollar ve boncuktan kuşlar birdenbire değişen bu dünya üstüne çökmeden önce genç olmuş herkesin dünyasıdır ve ideolojiden bağımsız olarak yeni kapitalizmin büyük felaketiyle darbenin büyük felaketini aynı hikayede birleştirir. O yüzdendir ki diliyle çok farklı kesimleri aynı anda cezbetmeyi başarır.
Üstelik Ahmet Kaya şarkıları kayıplardan bahsetmesine rağmen melankolik değildir. Geçmişte kaybedilmiş olana duyulan hasret bir sabit fikir haline gelmemiştir. Tam tersine 1990lara gelindiğinde Ahmet Kaya geçmişi temsil eden maddi dünya, duygulanımlar ve değerleri; yani 80 öncesi devrimci ruhu Kürt hareketinin direnişi ile ilişkilendirmeyi başarır. Kentin küskün, yalnız ve kederlilerini, kırın geniş, yeşil ve huzurlu direnişine davet eder.
Ne yazık ki bu dönemde savaşı ve devlet terörünü görünmez kılan popular kültür olgunlaşmış haldedir. Ahmet Kaya ve temsil ettiklerinin sürgüne atılmasının magazin gazetecileri gecesinde ve popüler müziğin temsilcileri tarafından gerçekleşmesi rastlantı olmaktan çok uzak. Türkiye’nin bir kısmı için o gece direnişi, yüzleşmeyi, yas tutma onurunu, birlikteliği, bizden öncekilerin yükünü ve sorumluluğunu taşımayı, umut etmeyi ret etmenin kararıdır. Böylelikle bir imkan daha yitmiş, kültürel mahremiyet alanı kemerinde gerilla kulağı taşıyanlara, asker uğurlama törenlerinde silah atanlara, Bodrum’da şehitleri onuncu yıl marşının elektronik düzenlemesiyle ananlara teslim edilmiştir.