Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar – Sayı 21 Ekim 2013 Telif ©2013 ISSN 1307-0932
Giriş
Türkiye ile PKK arasında ocak ayında başlamış olan barış/çözüm süreci bugünlerde zorlu bir
aşamadan geçiyor. Çözüm süreci ile ilgili daha önce yazdığım birçok yazıda, çözümün
gerçekleşmesi için gerekli şartlardan bahsetmiştim. Bunların en başında süreci yasal bir
çerçeveye kavuşturmak geliyor. Bunun yanı sıra artık dünyada evrensel olarak kabul edilen ve
egemenlerle ezilenler arasındaki güç, kaynak ve hak dağılımının eşitlenmesine katkı
sağlayacak radikal anayasal değişimlerin yapılması, Hakikat Komisyonları kurulması ve
insani güvenliği temel alacak reformların hayata geçirilmesi gerektiğini de vurgulamıştım.
Bu tür evrensel kriterler, 1990’lardan beri ezilenlerin egemenlerle yaptıkları uzun soluklu barış
görüşmelerinde, kendi taleplerini ve tarihlerini varılan anlaşmalara yazmaları, kazımaları
sonucunda ortaya çıkmıştır. Ancak hiçbir barış süreci kolay gerçekleşmez. Yine daha önceden
başka yazılarda belirttiğim gibi devlet güçleri barış süreçlerinde, egemenliklerini ve güçlerini
yitirdikleri alanlarda şiddetin ve yasanın tekelini yeniden ele geçirmeye, çoğullaşmış tarih
anlatılarını tekilleştirmeye ve sermaye için tekinsizleşmiş alanları tekinleştirmeye çalışır. Bu
yüzden de barış aynı zamanda mücadele demektir.
AKP tarafından geçen haftalarda açıklanan demokratik paket, her devlette bulunan bu
tekilleştirme, tekelleştirme ve tekinleştirme arzularını neoliberal bir çerçeveye kavuşturdu.
Anadili alınır satılır kılan, kadınların tüm varlığını başörtü yasağının kalkmasına indirgeyen,
yoksulların adından sadece kurban derisi hayırseverliği ile bahseden ve Müslüman
olmayanların gasp edilmiş tüm haklarını mülk hakkına indirgeyen paket, sadece çözüm
sürecini zora sokmadı, aynı zamanda AKP ile Kürt Özgürlük Hareketi’nin barış ve çözümden
anladıkları arasındaki derin farkı da dramatize etti. Bu yazıda kısaca bu farkın kendini belli
ettiği üç alandan bahsedeceğim: Bunlardan birincisi Batı ve Güney Kürdistan’ı da kapsayacak
şekilde ortaya çıkan Kürt Ortadoğu siyaseti ile AKP’nin “model” olmak üzerinden geliştirdiği
dış siyaset, ikincisi cinsiyet mücadelesi anlayışındaki derin uçurum, üçüncüsü ise iktisadi ve
toplumsal yapılanmada kendini gösteren farklı projeler.
AKP, Kürt Özgürlük Mücadelesi ve Ortadoğu
Bilindiği gibi AKP uzun zamandan beri Ortadoğu’da kendini model alınacak bir güç olarak
tesis etmeye, bölgede siyasi, askeri ve ekonomik bir güç olarak yeniden konumlandırmaya
çalışıyor. Aynı şekilde hem Abdullah Öcalan’ın mektuplarından ve yazılarından hem de Kürt
siyasi aktörlerinin beyanatlarından, Kürt Özgürlük Hareketi’nin de Ortadoğu’da yeni bir
ihtimali, yeni bir siyaseti oluşturma çabası içinde olduğunu görmek mümkün. Kürt
siyasetçilerden ve köşe yazarlarından kimileri, kanımca son derece isabetsiz biçimde barışın
Türkiye’yi Ortadoğu’nun en büyük ekonomik, siyasi ve askeri gücü yapacağını söyleyerek
sanki iki tarafın Ortadoğu hülyaları çakışıyormuş gibi göstermeye kalkışsa da aslında
bunların birbirlerinden nasıl uzlaşmaz bir biçimde ayrışık olduğu gittikçe daha fazla
görünürleşiyor. Unutulmamalı ki Kürtler bugün dört parçaya ayrılmış coğrafyaları sebebiyle
ve gittikçe artan toplumsal ve siyasi örgütlenmeleri sayesinde, Irak, İran, Suriye ve Türkiye’de
gittikçe daha önemli aktörler hâline geliyorlar. Özellikle Abdullah Öcalan’ı lider kabul eden
Kürt Özgürlük Hareketi bu dört parçayı birleştirmeyi temel alan bir egemenlik siyaseti yerine,
Kürtlerin dört ülkenin tamamında demokratik bir rol oynaması, demokratik güçleri
oluşturması ve hareketlendirmesi stratejisini belirledi. Bu hakikaten önemli bir hamle çünkü
Kürtleri bir millet ya da devlet olarak zenginleştirmeyi, merkezileştirmeyi ya da egemen
kılmayı hedeflemiyor. Tam tersine, Kürtlerin zayıflık olarak görülen parçalılığını ve tarihsel
ezilmişliğini bir değer olarak görüp Ortadoğu coğrafyasını bir ülkeler değil, bir halklar
coğrafyası olarak tanımlıyor.
Türkiye de Ortadoğu’da kendini demokratikleştirici bir güç olarak görüyor. Ancak bunu halk
merkezli değil devlet merkezli tanımlıyor. Sermayeyi ve pazarı temel alıyor. AKP Ortadoğu’yu
kasıp kavuran isyanlarda; Mısır’da, Tunus’ta ve Libya’da ılıman İslamcı diyebileceğimiz
yapılara ve Müslüman Kardeşler’e destek verdi. Bu aktörlerle hem ekonomik hem siyasi
işbirliğine gitti. Bölgesel iktidarını çeşitli anlaşmalar, insan kaynağı aktarımı vs. üzerinden
pekiştirerek, kendinin merkezde olacağı ve Balkanlar’a kadar uzanan ve Türki cumhuriyetleri
hatta Endonezya, Malezya’yı içine alan iktisadi ve kültürel bir coğrafya yaratmaya çalıştı.
Ancak özellikle Arap ülkelerinde sergilediği saldırgan ve ukala tavrı, güç dengelerinin hızlı
değişimi ve hesapta olmayan çeşitli aktörlerin ortaya çıkması, AKP projesini dünyada ve
bölgede gittikçe daha fazla gözden düşürüyor. Öte yandan savaş durumu hem siyasi
otoritenin hem de sermayenin hızlıca el değiştirmesine sebep oluyor ve Türkiye’nin bölgede
son birkaç yılda kazanmış olduğu ekonomik ve siyasi üstünlüğü de tehdit ediyor.
Elbette tüm bu dinamiklerin kendini en açık şekilde gösterdiği yer Suriye. Suriye’de Özgür
Suriye Ordusu göreceli olarak taban kaybederken, yine Türkiye’nin bu sefer dolayımlı
desteklediği ancak şimdilerde destek vermekten pişman olmuş gözüktüğü El-Nusra tipi
yapılar güç kazanıyor. Ancak bu, Türkiye’nin Batı’da da iyice gözden düşmesine sebep oluyor;
nitekim çözüm sürecinde önemli rol oynayan Hakan Fidan Batı basınının diline düşerken
Türkiye, Kürdistan’ın tam ortasında bir duvar inşaatına başlıyor.
Bir diğer deyişle Kürdistan Türkiye’nin uluslararası politikasının hem boşa düştüğü hem de
alternatifiyle karşılaştığı yer olarak özellikle önem taşıyor. Türkiye’nin kapitalizm merkezli
modernleşme projesi Güney Kürdistan’ı baştan başa yeniden inşa ederken ve Türkiye,
Güney’i sermaye ortaklığı üzerinden kendine bağlamaya kalkışırken, Kürt Özgürlük Hareketi
Batı Kürdistan’da özörgütlenme ve demokrasi merkezli başka bir modernleşmeyi hayata
geçirmeye çalışıyor. Rojava’daki savaş bu anlamıyla ilk bakışta gözüktüğünden çok daha fazla
bir anlam ifade ediyor.
Rojava’da Kürtlerin insana ve insan gücüne dayalı mücadelesi bölgede bir üçüncü seçenek
olma yolunda gittikçe daha etkin bir hâl alıyor. Kürtlerin Rojava’da kurdukları yapılarda
yerellik, katılımcılık ve ittifak siyasetleri temel ilkeleri oluşturuyor. Örneğin Rojava’da
oluşturulan Rojava Demokratik Halk Meclisleri’nde siyasi yapılardan çok toplumsal yapılar
rol alıyor, savaşın ortasında kooperatifleşmeye gidiliyor. Üstelik bu sadece Kürtlerin değil,
bölgede yaşayan diğer halkların da katılımıyla yapılmaya çalışılıyor. Aleviler, Süryaniler ve
Arapların PYD kontrolünde olan yerlerde benzer meclisler kurması için çabalanıyor. Bir diğer
deyişle Kürdistan’da Türkiye destekli Barzani ile Kürt Özgürlük Hareketi destekli PYD
üzerinden çok farklı iki küreselleşme modeli birbiri ile rekabete girmiş durumda. Bir yanda
devlet ve sermaye merkezli, bir yanda toplum odaklı bir kapasite artırma yöntemi izleniyor.
Ancak Kürt Özgürlük Hareketi’nin çözüm sürecinden anladığıyla Türkiye’nin çözüm
sürecinden anladığı şey arasındaki farkın kendini uluslararası alanda sadece bölgede izlenen
politikalar açısından değil, Batı-evrensel değerler ve kuruluşlarla ilişkilerde de gösterdiğini
gözlemliyoruz.
Örneğin çözüm sürecinin muhataplarından KCK’nin uluslararası alanda insani hukuk
(humanitarian law) olarak tanımlanan süreçlere gittikçe daha aktif bir biçimde müdahil
olduğunu, örneğin gerillaya katılan çocuklar, hakikatlerin ifşası ya da savaş suçları
konusunda çeşitli anlaşmalara imzacı olduğunu biliyoruz. Türkiye ise kayıplarla ilgili
uluslararası anlaşmalara imzacı olmayı reddediyor, diğer yandan Başbakan ve çeşitli
bakanlar, Birleşmiş Milletler gibi birçok uluslararası örgütün meşruiyetini sorguluyor. Kandil
bulunduğu yerden çeşit çeşit basın kuruluşlarını ağırlayarak, düzenli beyanatlar vererek
uluslararası şeffaflık sağlamaya çalışırken Türkiye’de tüm bu kuruluşlar geçersiz ya da
lüzumsuz ilan ediliyor.
Bir diğer deyişle AKP, uluslararası alanda kendini modellemek ve taşeronlaşmak üzerinden
başka ülkelerde var ederken ve bunu da yerel aktörlerin kimini güçlendirip kimini hiçe
sayarak yaparken, Kürt Özgürlük Hareketi şimdiye kadar görülmemiş bir şekilde kendini
yerel aktörlerin yanında konumlandırarak müzakerelere girişiyor. Biri egemenlik alanlarını
çoğaltmaya çalışırken diğeri demokratikleştirci bir rol üstlenmeye çalışıyor. Elbette -yine
Rojava örneğinden bildiğimiz gibi- Kürt Hareketi de bu alanda sorunsuz değil. Tam tersine.
Ancak ideolojik açıdan baktığımızda iki tarafın Ortadoğu’daki çatışmalarının sadece bir
egemenlik çatışması olmadığını, tarafların bir anlayış, bir toplumsal tahayyül ayrışması içinde
olduklarını belirtmek gerekir. Kürt Özgürlük Hareketi, AKP’nin İslam dünyasının tamamına
ihraç etmeye çalıştığı sermaye ve devlet odaklı ve hizmet, kalkınma ve hayırseverlik temelli
modeli karşısında, sürekli örgütlenme, eyleme, demokratik talep yükseltme ve müzakere
temelli yeni bir uluslararasılaşma tanımlıyor. Demokratik aktörlerle güçbirliğine giderek
tabandan küreselleşme dediğimiz yönteme yatırım yapıyor.
Toplumsal Cinsiyet
Türkiye ve Kürt Özgürlük Hareketi arasında barış süreci ile ilgili birbirinden tamamıyla
ayrışan anlayışlar olduğunun ikinci göstergesi toplumsal cinsiyet alanı olarak karşımıza
çıkıyor. Daha önce birçok kere yazdığım gibi savaş süreçleri erkek egemenliğinin güçlendiği
zamanlardır. Bu sebeple barış süreçleri, çatışmaları çözmek kadar toplumsal cinsiyet eşitliğini
de sağlamaya yönelik olmalıdır. Ancak AKP hükümeti barış sürecinde, değil toplumsal
cinsiyet eşitliğini sağlamak, eşitsizliği daha da derinleştirdi. 63 kişilik Akil İnsanlar Heyeti’nde
12 kadın bulunuyor, 11 kişilik Çözüm Komisyonu’nda ise sadece 1 kadın. Koruculuk
kaldırılacağına, kadın korucular işe alınarak erkek korucular için yemek pişirtiliyor, silah
temizletiliyor. Bölgede jandarma ve mülki amirliklere karşı açılan taciz ve tecavüz davaları
sonuçsuz kalıyor. Yurtlarda, çocuk cezaevlerinde, gözaltı aramalarında taciz sıradanlaşıyor.
Diğer bir deyişle barış sürecinde devlet cinsiyet eşitliğini gözetmek yerine, dolaylı ve
doğrudan yollarla eşitsizliği derinleştiriyor. Çözüm sürecinde kurulan mekanizmalarda
kadınlara yer vermediği gibi, toplumun erkekleşmesine, erkeklerin erkekliklerini kadınlara
taciz, tecavüz ve şiddet üzerinden kurmalarına göz yumuyor. Savaşla kışkırtılmış erkekliklerin
toplumsal alanda egemenleşmesini giderecek bir siyaseti hayata geçirmiyor.
Bu sırada Kürt Özgürlük Hareketi’nin ise tam ters bir yol izlediğini görmek gerek. Bunun en
çarpıcı örnekleri KCK düzeyinde eşbaşkanlık sistemine geçilmesi ve yine KCK Başkanlık
Konseyi’nde de eşit temsilin kabul edilmesi. Aynı şekilde BDP ve DTK’da %50 kadın
temsiliyeti ilkesini kabul ettiğini açıklıyor. Öte yandan Demokratik Özgür Kadın Hareketi
(DÖKH), kadın gerillaların çekildiği bölgeleri sivil yapılarla donatarak kadınların savaş
sırasında kazandıkları hakları geliştirmeleri için mücadele ediyor. Dersim’de, Lice’de
ziyaretler, festivaller düzenliyor. Ayrıca DÖKH, nisan ayında yaptığı kongresinde çözüm
sürecini, çekilmeyi, kalekol ve baraj yapımlarını izleyeceğini beyan ederek müzakerelerin sivil
ayağını oluşturacak asal aktörlerden biri olacağını gösteriyor. Yine Diyabakır’da mayıs
sonunda yapılan Ortadoğu kadın konferansı ile birlikte Kürt kadın kurumları sadece çözüm
sürecinde değil, Ortadoğu’nun geleceğinin inşasında da kadınların yer alması için etkin rol
alma konusunda irade gösteriyor. Öte yandan Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nde kadın
aday gösterileceğinin açıklanmasından sonra Türkiye’de ilk kez bir büyükşehir belediye
başkan adayının kadın olma ihtimali beliriyor.
Bugün geldiğimiz noktada Rojava’nın da bir kadın devrimi olarak tanımlanması gerekir.
Kadınların yeniden yapılanan Rojava’da tüm kurumlarda eşit yer aldıklarını görüyoruz.
Eşbaşkanlık sitemi ve kurulan halk meclislerinde eşit katılım bir yana, Rojava’da da tıpkı
Kuzey’deki yapılar gibi her karma yapının karşılığı olan ve sadece kadınlardan oluşan bir yapı
oluşturularak, karar alma ve uygulama alanlarında karma yapı ile eşit bir konuma getiriliyor.
Nitekim kadınların gerek özsavunma alanında, gerek siyasi temsil düzeyinde gerekse
toplumsal kurumlarda temsiliyeti Ortadoğu’ya damgasını vuran birçok siyaseti rahatsız
ediyor. Bunun sonucunda ise bölgede Kürtlere yönelik saldırılarda öncelikli hedef olarak
kadınların seçildiğini görüyoruz.
AKP’nin açıkladığı demokrasi paketi birçok açıdan eleştirildi. Ancak paketin feminist bir
eleştirisi de gerekli. Kadınların yeni anayasadan beklentileri çok çeşitli. Bunların başında eşit
temsil geliyor. Ancak pakette bundan hiç bahsedilmediği gibi tartışılan dar bölge sistemleri
de kadınların aleyhine. Kota olmadığı zaman kadınlar meclise genellikle alt sıralardan aday
gösterilerek giriyor. Ancak dar bölge sisteminde böyle bir imkân yok. Ayrıca kadınların
kürtaj, iş, sosyal güvenlik gibi birçok hakkı çeşitli yaptırımlar ve torba yasalarla gasp edilir ya
da muhafazakâr bir toplumun arzularına göre düzenlenirken, demokratik paketin içine
girebilmiş, kadınları doğrudan ilgilendiren tek meselenin başörtüsü olması çarpıcı.
Kısacası hem AKP hem de Kürt Özgürlük Hareketi için cinsiyet politikaları, kurmak için
mücadele ettikleri toplumsal tahayyüller kadar demokratik çözümü nasıl algıladıklarını
anlamak açısından da son derece önemli. AKP için çözüm, AKP’nin egemenliğini tehdit
etmeyecek, hatta çoğaltacak şekilde Kürt Özgürlük Hareketi’ni bir talep siyasetine
hapsetmekken, Kürt Özgürlük Hareketi çözümü kendini yenilemek ve en önemlisi de
“kadınlaşmak” için bir fırsat olarak görüyor.
İktisadi ve Toplumsal Tahayyüller
Son olarak Türkiye ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin barış sürecine verdikleri anlamların
birbirlerinden radikal ayrımını takip edebildiğimiz en önemli alanlardan biri de ekonomi
tahayyülleri. Yalnız ona geçmeden evvel bir kısa parantez: Bilindiği gibi Türkiye ile PKK
arasında süren Oslo görüşmeleri 2009 yılında sona eriyor ve bunun arkasından geniş çaplı
tutuklamalar başlıyor. Bu görüşmelerin tam olarak neden ve nasıl bittiği henüz tamamen
şeffaflaşmamış durumda. Ancak aşağı yukarı aynı sıralarda Diyarbakır’da Türkiye’nin ileri
gelen liberal aydınlarının çağrıldığı ve demokratik özerklik fikrinin anlatıldığı bir toplantı
yapılıyor. Toplantıda özellikle demokratik özerkliğin ekonomik boyutu tartışılıyor. Hatta
toplantıya katılan ve Diyarbakır’ın ileri gelen sermayedarlarından PKK’nin düşlediği
toplumun asıl kendilerine karşı olduğunu söyleyenler oluyor. Toplantıdan fazla zaman
geçmeden bu sermayedarların bir kısmı AKP’de faaliyet göstermeye başlıyor. Bir diğer deyişle
ekonomik tahayyül meselesi PKK ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin sadece T.C.’den ve AKP’den
değil aynı zamanda diğer Kürt siyasetlerinden de ayrışma alanı. Bu anlamıyla AKP’nin temsil
ettiği hegemonyanın belki de en büyük meselesi hakikaten de etnik anlamda egemenliği
paylaşmak değil, Kürt Özgürlük Hareketi’nin toplumsal tahayyülleriyle barışmak…
Dünyada Barış Süreçleri ve Ekonomik Düzenlemeler
Dünyadaki barış süreçlerine bakacak olursak, neoliberal küresel rejimin kurulması ile
dünyanın dört bir yanında 20. yüzyıl boyunca sürmüş olan ulus-devlete karşı mücadeleleri
küresel bir çatışma-çözüm modeli çerçevesinde ele almanın ve bunu sağlayacak kurumların,
belgelerin ve düzenlemelerin oluşturulmasının aynı zamanda gerçekleştiğini görürüz. Elbette
20. yüzyılın son on yılı ile 21. yüzyılın başının bir çatışma çözümü dönemi olmasının
ezilenlerin mücadeleleri ile çok ciddi ilgisi bulunmaktadır. Onların mücadeleleri ulus-
devletlerin zalimliklerini afişe etmiş, ulusötesi insan hakları örgütlenmesi ağları kurmuş,
ulus-devletlere karşı pes etmeden isyan etmeleri, ulus-devletleri barışmak, demokratikleşmek
ve farklılıklara yer açmak zorunda bırakmıştır. Ancak yine de barış süreçlerinin küresel
düzeyde nasıl kurumlar ve şablonlar oluşturduğunu küresel sermayenin hareketlerinden ve
niyetlerinden bağımsız düşünmek fazla safça olacaktır. Ulus-devletler yukarıda da
bahsettiğim gibi barış sürecinde yasa ve şiddeti tekellerine almaya, tarihi tekilleştirmeye ve
çoğullaşmış toplumsal alanlarda devlet ve sermaye egemenliğini yeniden kurmaya çalışırlar.
Çatışma boyunca eylem alanlarına dönüşmüş alanları hane, mülk ve vatan yapmaya
kalkışırlar. Bu sayede bu alanları sermaye merkezli modernleşme süreçlerine açmış olurlar.
Örneğin anayasa yapımı ulus-devlet yasasının dışında kalan alanları ve kimlikleri yasanın
içine alarak devlete duygusal ve materyal yatırım yapmalarını sağlar. Hakikat komisyonları
sayesinde ulusun tarihi yeniden yazılır ve herkesin anlatabileceği ve kendini içinde
bulabileceği bir hikâye inşa edilir. Güvenlik reformları sayesinde bir yandan ulus-devlet
dışındaki silahlı güçler tasfiye edilirken bir yandan da çatışma bölgesindeki birikimden tek
başına yararlanan güvenlik güçlerinin etkisi azaltılarak rekabete dayalı sivil bir birikim
rejiminin önü açılmaya çalışılır.
Özetle hem çatışma hem de barışma süreçleri, küresel ve yerel sermaye hareketleri ile sıkı
sıkıya ilişkilidir. Bundan dolayı da hiçbir zaman mücadelesiz ve sıkıntısız ilerlemez.
Çatışmalar esnasında sermeye ve kaynaklar el değiştirir, tekeller ortaya çıkar, endüstriler
çöker, yeni endüstriler ortaya çıkar. Çatışma sonrasında ise boş ya da boşalmış olarak hayal
edilen “alanlar” yeni sermaye akınlarına açılır. Nitekim bugün küresel sermayenin krizlerini
aşmasının başat yollarından biridir çatışma sonrası inşa. Doğu Avrupa’dan Afrika’ya, Güney
Amerika’dan Irak’a kadar küresel sermaye, yıkılmış yerleri inşa etmek üzerinden kendini var
etmiş, geliştirmiştir. ABD, Irak’ı önce yıkmış, sonra adeta Irak bir ekonomik boşlukmuşçasına
tüm gücüyle Irak’a girmiş, Irak’ı inşa etmeye kalkışmıştır.
Kürdistan’da yaşanan savaş ve bu savaşın sermaye ile ilişkisi bugün belki de en az bildiğimiz
konulardan. Aynı şekilde Kürdistan’ın Türkiye ile olan siyasi, kültürel ve duygulanımsal
sömürü ilişkilerini bilmemize rağmen, bu sömürü ilişkilerinin ekonomik boyutunu ortaya
sermek konusunda ciddi sıkıntılarımız olduğunu söylemek gerekir. Oysa hem Kürdistan’daki
birikim rejimleri ile siyasi baskı rejimleri arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmak hem de
Kürdistan’daki doğal ve insani kaynaklara ne şekillerde el konulduğunu haritalamak, daha
eşitlikçi ve demokratik ekonomiler kurmak açısından son derece önemli. Örneğin konuyla
ilgili nadir çalışmalardan birini yapmış olan Seda Yüksel tezinde, Ermeni soykırımından beri
Kürdistan’da gerçekleşmiş olan sermaye birikimleri ile bölgedeki savaş ve olağanüstü durum
arasındaki ilişkinin tarihini anlatıyor. Buna göre Gaziantep’in bir endüstri merkezi olarak
ortaya çıkması gibi Diyarbakır’ın da inşaata dayalı bir büyüme göstermesi şaşırtıcı değil.
İnşaat merkezli büyüme sınıf atlama (kimileri için apartmanlarda orta sınıflaşma, kimileri
içinse az evli bol bahçeli sitelerde elitleşme) imkânına ve hayaline dayanır. Tam da o yüzden
Diyarbakır sermayesi —üstelik de Yüksel’in tezine göre oldukça yurtsever olan bu sermaye-
eşitlikçi ve özgürlükçü Kürt Özgürlük Hareketi ile netameli bir ilişki sürdürecek ve legal
alanda hareket, birbiri ile çelişen mesajlar vermeye ve çoklu siyasi ve ekonomik izlekler
sürmeye devam edecek gibi gözüküyor.
Başka bir örnek 90’lardaki faili meçhullerin sonucunda gerçekleşen sermaye el değişiminin
sonuçları ve bunların Kürdistan’daki siyasete izdüşümleri. Bu faili meçhullerden sonra legal
ve illegal üretimin kontrolünün bir kısmının devlete ve devlete yakın ailelere geçtiğini
biliyoruz. Bunun ise karakol yapımlarından barajlara kadar birçok alanda etkileri oluyor.
Ancak ne yazık ki “geçmişle yüzleşme” başlığı altında da ele alabileceğimiz ve çatışmanın
ekonomik tahayyüller ve pratiklerle ilişkisi ile ilgilisini ortaya çıkaracak somut bir haritamız
bulunmuyor. Benzer bir konu, köy boşaltmalar sonucunda hangi toprakların ne şekillerde el
değiştirdiği, nasıl kullanıldığı, kimlerin elinde biriktiği ve bu sayede hangi doğrudan gelir
programlarından yararlanıldığı. Ve tabii GAP. Elbette konular çoğaltılabilir.
Bir diğer deyişle Türkiye’de belki de en büyük bilgi eksikliğinin savaş ekonomisi alanında
olduğunu söyleyebiliriz. Bu haritayı ortaya çıkarmadığımız sürece de AKP’nin Kürdistan’da
geliştirmek istediği barışın boyutlarını ve sınırlarını da yeterince anlamak mümkün
olmayacak. AKP’nin Kürdistan’daki hangi maddi ve soyut kaynaklara el koyma hesabı
yaptığı, bunu nasıl bir hegemonya üzerinden gerçekleşmeye kalkışacağı ve bununla ne şekilde
mücadele edileceği somutlanamayacak.
Barış ve Ekonomi
Ocak ayında çözüm süreci başladığından beri hem Başbakan Erdoğan hem de ona yakın
çevreler barışın en önemli getirisinin “Güneydoğu Anadolu” bölgesinin kalkınması olacağını
açıklıyorlar. Kendi barış ve ekonomi paradigmalarını oluştururken Güney Kürdistan
örneğinden faydalandıkları açık. Bu paradigmayı bölgede geliştirirken hem şimdiye kadar
palazlanmış ancak Ergenekon davaları ile nispeten geriletilmiş “derin devlet” ve yerel
bağlantıları ile mücadele edecekler hem de Kürt Özgürlük Hareketi’nin kurmaya çalıştığı
kapitalizme alternatif yerel ekonomilerle. Bu mücadelede AKP’nin en büyük dayanağının
yerel sermaye olması muhtemel. Elbette AKP “benim sermayem” zihniyetine kapılıp önce
kendi siyasetine tam bir bağlılığı ve Kürt yurtsever kimliğinden tamamen vazgeçmeyi şart
koymazsa.
Kürt Özgürlük Hareketi bugüne kadar bölgede birkaç deneme dışında kapitalizme alternatif
olarak öngördüğü ekonomik pratikleri yaratmadı. Ancak alternatif ekonomik ilişkiler
kurmakta tamamıyla da deneyimsiz değil.
Kürt Özgürlük Hareketi her ne kadar var olan üretim ilişkilerine doğrudan bir müdahale
yapmasa da, üretilen artıdeğerden kazanılan “kârın” nasıl bölüşüleceği konusunda Kürdistan
ekonomisinde göreceli aktif bir güç. Aynı şekilde yerel yönetimlerin sermayeyi ilgilendiren
kararlarında görmezden gelemeyeceği bir sivil irade. Ancak barışla birlikte uygulanması
düşünülen ekonomik modelde bunun ötesinde üretim ilişkilerinin nasıl düzenleneceği ve
artıdeğere nasıl el konulacağı konusunda da yeni düzenlemelere gidilmesi hedefleniyor.
Bugünlerde çokça konuşulan demokratik özerklik hamlesi, sadece üretilen değerin nasıl
bölüşüleceği konusunda değil aynı zamanda değerin nasıl üretileceği ve ona nasıl “el
konulacağı” konusunda da farklı pratikleri içeriyor. Topraksız köylülerin belediye kanunları
kullanılarak toprak sahibi yapılması, kırsal ve kentsel üretimde kooperatifleşmeye gidilmesi,
ekolojik tarım vs. bu pratiklerden bazıları. Öte yandan bölgede hızlı bir tapulaşmaya gidildiği
ve küçük toprak sahiplerinin mallarının birleştirilerek gösterildiği ve bundan dolayı kavgalar
da yaşandığı gazetelere yansıyor. Yani Kürt Hareketi dayanışmacı bir ekonomi üzerinde
düşünürken, AKP bölgede sermaye oluşturma çabasına hız veriyor.
Kanımca bu süreçte kadınlar çok önemli bir rol oynayabilirler. Bunun ise iki sebebi
bulunuyor: Birincisi ev içi üretimde oynadıkları rol sebebiyle zaten kapitalizme alternatif
ekonomik faaliyetler içinde bulunmaları, ikincisi ise kamusal alanın dışında bırakıldıkları için
bölgede savaş ekonomisinin kurduğu “derin” ekonomik borç ve alacak ilişkileri dışında
kalmaları. Yani bir anlamıyla erkeklere nazaran kirli bölgesel ilişkilere daha uzaklar ve
yenilikçi faaliyetlere girmeleri daha muhtemel.
Öte yandan Kürdistan’da bugüne kadar sürmüş olan sınır ticareti ya da “kaçak” durumunun
da kapitalizme alternatif çeşitli ekonomik pratikleri hayal etmek açısından başat rol
oynayacağını düşünüyorum. Aynı şekilde gönüllülüğe dayalı sivil toplum kuruluşları da başka
bir alternatif ekonomik pratik olarak görülebilir. Bir diğer deyişle Kürdistan’da kıran kırana
yürümesi beklenen ekonomik tahayüller mücadelesi, yaşamın içinde var olan hangi pratiklere
yatırım yapılacağı ve bu pratiklerin nasıl koordine edilip birbirleri ile ilişkilendirileceği ile
belirlenecek.
Sonuç
Kürt Özgürlük Hareketi ve AKP arasında süren çözüm süreci, sadece yüz yıllık Kürt
sorununun nasıl çözüleceği, otuz yıllık bir savaşın ardından nasıl barış inşa edileceği ve
Türkiye’nin nasıl demokratikleşeceği açılarından büyük önem taşıyor. Ancak bununla da
kalmıyor. Yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi tarafların toplumsal tahayyülleri birbirlerinden
radikal bir biçimde ayrılıyor. Kürt Hareketi kendini gittikçe daha fazla Ortadoğu’yu
demokratikleştirecek bir güç olarak görürken, kendini cinsiyet özgürlükçü, antikapitalist ve
ekoloji temelli olarak yeniden inşa ediyor. Bunun karşısında AKP kendini Ortadoğu’da ulusal
çıkarlarını gözeten, mezhepçi ve merkeziyetçi bir otorite olarak var ediyor ve önceliklerini
bölgesel olarak erkekleri ve sermayeyi kayıracak şekilde düzenliyor.
Unutmamak gerekir ki çözüm süreçleri büyük mücadeleleri barındırır. Bu mücadelelerin
nasıl sonuçlanacağını, kadınlar ve ezilenleri ne kadar güçlendireceğini ise toplumsal
tartışmalar, destek ve katılım belirler.