Giriş
Sosyal Bilimler modern siyasal tarihi genellikle bir ulus devletleşme tarihi olarak ele alır. Ulusu ister kapitalist üretim ilişkileri için bir üstyapı olarak görsün, ister kültürel bir kimlik isterse politik bir aidiyet biçimi olarak algılasın, modern tarih çalışmalarının büyük çoğunluğu tarihselliğin merkezine ulus devletin kuruluş ve kurgulanış sorunsallarını alır. Bu yaklaşımın sonucunda ortaya çıkmış ampirik yazımın neredeyse tamamı ulusal kurumların ve ulusal kimliklerin inşası, ulus aidiyetini merkeze oturtan siyasi, toplumsal, kültürel ve ekonomik söylemlerin üretilişi, ulusun materyal bir gerçekliğe kavuşması ve ulus kimliğini üstlenen öznelerin yaratılışı gibi konulara odaklanır.[1]
Oysa modern tarihi ulus devletleşme yerine ulus devletleşmeye karşı bir başkaldırı tarihi olarak okumak da mümkündür.[2] Ulus devletin farklı veçheleri, çeşitli arzu üretim ve tahakküm biçimleri ise egemenlerin, ezilenlerin özgürlük ve eşitlik mücadelelerine karşı oluşturdukları cevaplar olarak irdelenebilir. Böyle bir okuma tarihin öznesini ezilenler olarak betimleyecek, tarihin bütünlüğünü ve anlamını ezilenlerin mücadelesinde bulacaktır. Nitekim 20. Yüzyıl siyasi tarihini böyle bir bakış açısı ile ele aldığımızda ulus devletin geçirdiği dönüşümler ve aldığı farklı biçimlerin, ezilenlerin başkaldırılar tarihi ile yakın bir ilişkisi olduğunu görürüz. Ulus devletlerin hukuksal yapısı, kapitalizme eklemleniş biçimleri, sosyal politikaları ve hatta kendi koyduğu yasaları ne şekillerde çiğnediği ve bu çiğneyişi hangi kültürel araçlarla sakladığı ve unutturduğu dahi, ulus devletin asimile edemediği aktörlere karşı yürüttüğü savaşlar ve mücadeleler esnasında belirlenmiştir diyebiliriz.[3]
Bu yazı genelde barış süreçlerini özelde ise Türkiye’de Ocak 2013’te başlamış barış sürecini bu çerçevede ele alıyor ve barış süreçlerini bir yandan ezilenlerin ulus devlete karşı verdikleri bir mücadele alanı, bir yandan da egemenlerin ezilenlerin talep ve isyanını evcilleştirerek içerme teşebbüsü olarak okumak gerektiğini iddia ediyor. Böyle bir okumanın barış süreçlerine bakışımıza önemli bir katkı sunacağı kanısındayım. Çünkü bu okuma, barış süreçlerini verili bir soruna çözüm olarak görmek yerine sürecin içinde mücadele ile kurulan yeni bir isyan/tahakküm alanı olarak görmeye imkan tanıyor. Şöyle ki: dünyada barış süreçleri ele alındığında bu süreçler genellikle süren çatışmalara bir son nokta ve bir normalleşme alanı olarak algılanır. Bu süreçlerin başarılı olması için çeşitli kriterler belirlenmiştir ve süreç siyasi anlamından çok teknik bir mesele olarak ele alınarak başarısı çatışmanın kalıcı bir kesintiye kavuşturulması minvalinde tartışılır.[4] Oysa nasıl ki savaş bir mücadele alanıdır, barış da aynı şekilde ezenler ve ezilenler, farklı siyasi tahayyüller, farklı bilme ve deneyimleme biçimleri arasında bir mücadeledir. Barış süreçlerinde iktidar ve muhalefet, toplum ve devlet, özne ve nesne yeniden kurgulanır ve inşa edilirken, farklı ve çelişen aktörler yeni çatışma ve uzlaşma alanları oluşturur. Ezilenler yeni tahakküm alanlarına sokulmaya çalışır ve yeni arzular yaratılarak var olan sisteme yatırım yapmaları sağlanmaya çalışılır. Öte yandan muhalif ve özgürlükçü hareketler barış sürecini eşitlik ve özgürlük mücadelesinde yeni mevziler kazanmanın aracı olarak değerlendirir.
Bu noktayı açıklığa kavuşturmak için Arjantin ve Güney Afrika’da gerçekleşen hakikat hareketlerinin farklı izlekleri örnek verilebilir. Hem Arjantin hem Güney Afrika, yaşadıkları çatışmalı süreç ardından barış süreçlerinin olmazsa olmazı kabul edilen hakikat komisyonları kurmuşlardır. İki ülke de gerçekle yüzleşme literatüründe örnek olarak gösterilir. Arjantin’de kurulan Hakikat Komisyonu merkezi düzeyde kurulmuş ve bulgularını “Bir Daha Asla” isimli kitapta yayınlamıştır. Kitabın amacı kayıpların kimliklerini ortaya çıkartmak ve faillerin yargılanmasını sağlamaktır. Güney Afrika’da ise Hakikat Komisyonları yerel düzeyde iş görmüş ve bir yandan yıllar süren apartheid rejiminin çok çeşitli insan hakları ihlallerinin boyutlarını ortaya koyarken bir yandan da yeni düzende yaşamayı sağlayacak yüzleşmenin ve uzlaşmanın sağlanmasını amaçlamıştır. Ancak bugüne gelindiğinde bu iki süreç de bitmemiş hem eleştirilmiş hem de yeni mücadele alanları yaratmıştır. Örneğin Arjantin’de çocuklarını kaybetmiş anneler askeri rejimin faillerinin yargılanmasının ardından bu rejimle ittifak yapmış sermayenin de yargılanması için yeni bir mücadele başlatmış, Güney Afrika’da ise barış sürecinin dokunmadığı ekonomik eşitsizlikler alanı ve ırkçılık arasındaki ilişkileri ortaya çıkartacak yeni araştırmalar, yüzleşmeler ve düzenlemeler devri başlamıştır.[5] Yani bu iki ülkede de beklenin aksine barış süreci bitmemiş, tam tersine taraflar açısından bir mücadele olarak yeniden betimlenilmeye devam etmektedir.
Aşağıda anlatılacağı gibi Türkiye Devleti ve Kürt Özgürlük Hareketi de Ocak 2013’ten beri barış sürecinde kıyasıya bir mücadele içindedir. Bu mücadele de taraflar insan hakları, özgürlük, eşitlik, toplumsal hassasiyetler, uluslararası konjonktür, anayasal düzen gibi farklı söylemler ve araçlara referansla tahayyüllerini geliştirmekte ve alan kazanma ve meşrulaşma çabalarını sürdürmektedirler. Gene aşağıda anlatılacağı gibi Kürt Özgürlük Hareketi bu mücadelede ezilenlerin evrensel mücadelesinin temsilcisi olmaya soyunurken ve bu mücadeleyi silahsız yürütmenin araçlarını oluşturmaya çalışırken, Türkiye Devleti bu mücadeleyi sermaye, uluslararası devlet düzeni ve erkek egemen kültürel kodlarla işbirliğine girerek sönümlenme arayışına devam etmektedir.
Dünyada Barış Deneyimleri
Yakın tarihe baktığınızda her on yılda bir ulus devletlerin kendilerine karşı hareketlenen halk kitlelerine yönelik farklı yöntemleri benimsediğini ve bu yöntemlerin çok kısa bir zamanda tüm dünyada kullanılmaya başladığını görmek mümkündür. Örneğin toplu tutuklama, işkence, zorla kayıp etme, paramiliter güçler yetiştirme, koruculuk, köy boşaltma, faili meçhul cinayetler, taciz ve tecavüz, çocuk öldürme ve benzeri yöntemler 20. yüzyılın son çeyreğinde hemen hemen tüm ülkelerde birer isyan bastırma yöntemi olarak kullanılmıştır. “Barışma” da bu süreçlerden ayrı düşünülemez.
Devletlerin kendilerine karşı mücadele eden devlet dışı aktörlerle bugün bildiğimiz anlamda “barışma” pratiği geliştirmelerinin esas olarak 1990’larla birlikte ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Bunun çok farklı sebepleri sayılabilir. Örneğin özellikle 1970’lerde sindirme, terörize ve yok etme teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte, devletlerin kendilerine isyan eden halk ve örgütleri maruz bıraktığı kitlesel acının bir toplumsal kopuş ve yarık yaratması; ve bu yarığı ve kopuşu saklamanın ve görmezden gelmenin sürdürülemez hale gelmesi bu sebeplerden biridir ki; İrlanda barış süreci buna iyi bir örnek teşkil eder. Güney Afrika, Arjantin ya da Guatemala barış süreçlerinde, hem bu faktör rol oynamış, hem de uluslararası baskı, devletleri barışa mecbur bırakmıştır.[6] Sudan’da olduğu gibi isyan eden taraf ve devletin mevcut konjonktürde, karşılıklı yenişemezliğinin ortaya çıkması da barış için bir sebeptir. Bugün Türkiye’de bu üç sebebin de sürecin başlamasında yer teşkil ettiğini söyleyebiliriz.[7] Öte yandan dünyada 1990’larla birlikte ortaya çıkan 100’ü aşkın barış sürecinin yine 1990’larla birlikte kurumsallaşan küresel kapitalizmle olan ilişkisi de yadsınamayacak derecede açıktır. Nitekim küresel sermayenin iç savaş ve devlet terörü ile “olağanüstü hale” gelerek üretim ve tüketim pazarlarından kopmuş (ya da henüz hiç dahil edilmemiş) yerelliklere göz dikmesinin dünya çapında bir barışma ve uzlaşma rejiminin tesis edilmesine sebep olduğunu söyleyenler azımsanmayacak sayıdadır.[8] Kürt meselesi bağlamında ele alırsak, bölgenin doğal kaynaklarına, ucuz iş gücüne ve civarında gelişen pazara göz dikmiş küresel ve Türkiye sermayelerinin barış sürecinden beklentileri ortadadır. Ulus devletler kendilerine karşı mücadele edenlerle yaptıkları barışı hemen her zaman bir tasfiye ve entegrasyon süreci olarak planlarlar.[9] Barış sürecinde atılan adımların tamamı, şiddet kullanma ve yasa yapma gücünün tekrar devlet elinde tekelleşmesini, savaş sırasında çoğullaşmış tarih anlatıları ve hafıza biçimlerinin “ötekileştirilmiş” olanları da içererek, tekilleştirilmesini ve yasa dışı kalmış alanların kapitalist ilişkilere açılarak tekinleşmesini içerir. Bu sayede silahlı mücadele süresince delik deşik olmuş “mülk” ve “vatan” yeniden inşa edilir.[10] Örneğin Güney Afrika’da kurulan yeni anayasal düzen eşitsizliği kurumsallaştırmış ve beyazların mülkünü dokunulmaz ilan etmiş, öte yandan siyahlar ve beyazların ayrı tarihleri, af ve “hakikat komisyonları” aracılığıyla aynı vatanın parçası kılınmıştır. İrlanda’da ise İngiltere devleti IRA’nın mücadelesini bir talepler manzumesine indirgemiş, talepleri kısmi olarak gerçekleştirip, IRA’yı silahsızlandırmış, bu sırada kendini de Protestanlar ve Katolikler arasında arabulucu ilan edip temize çekmiştir. Endonezya ise uzun yıllar etnik ve sınıfsal bir bağımsızlık mücadelesi veren Açe bölgesini barış sürecinde küresel sermayeye açmış ve kalkındırarak kendine rakip yaşam tahayyüllerinin ortadan kalkmasını sağlamıştır. Devlete karşı savaşanlar için ise çoğu zaman barış, siyasi mücadelenin silahsız yapılabileceği bir yasal ve toplumsal zeminin inşası ve yeni mücadele alanları ve birliktelikleri yaratılmasından ibarettir. Örneğin El Salvador’da ve Güney Afrika’da kadınlar, Guatemala’da yerliler ancak barış sürecinin mümkün kıldığı yasal zemin ve alanların açılmasıyla siyasette görünür aktörler haline gelmişlerdir. Bir diğer deyişle; ulus devletlere meydan okuyan çoğu örgüt ve halk hareketi, barışı stratejik bir değişim olarak görürler. Bu stratejik değişim sayesinde siyasi alanda farklı kesimlerin ortaklaşabileceğini ve önceden imkan bulunmayan ittifakların kurularak mücadelelerin yürütülebileceğini umarlar.[11] Dünya barış süreçlerine bakıldığında yukarıda bahsettiğim gibi tekelleşme, tekilleştirme ve tekinleştirmenin, her birinin farklı yöntemlerle uygulandığı ve her birinin birer mücadele alanı olduğu görülür. Yasanın ve şiddetin tekelleşmesi, anlaşmalar ve anayasal değişimler ile gerçekleşir. Yasal düzenlemeler bir yandan ezilen grupların yeni haklar kazanmasını ve iktidarın yeniden bölüşümünü sağlarken, bir yandan da belli bölgelerde ve alanlarda güç kaybetmiş devletin otoritesini ve meşruiyetini yeniden tesis eder. Tarihin tekilleşmesi genellikle hakikat komisyonları aracılığıyla gerçekleşir. Aynı zamanda savaş boyunca işlenmiş suçların faillerinin yargılanması da ortak bir tarih algısının oluşmasına hizmet eder. Son olarak tazmin ve telafi politikaları yoksullaşmış halk kesimlerine belli bir kaynağın aktarılmasını sağlar. Bu halkların yaşadığı yerlerde hem örgütün silahsızlanması hem de devletin insan odaklı güvenlik reformları ise bölgeyi tekinleştirerek küresel ve homojen zaman ve mekanın içine sokar. Yine dünya örneklerine baktığımızda barış süreçlerinde en dinamik alanın hakikat üretimi alanı olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Güney Afrika’dan Arjantin’e, Guatemala’dan Fas’a, barışı gerçekleştirirken halkların sürece dahil olmasının en önemli yöntemlerinden biri hakikat arayışı olmuştur. Bu arayış yukarıda da bahsettiğimiz gibi öncelikle hakikat komisyonları ile gerçekleşmiştir. Ancak müzeleştirmeler, eylemler, DNA bankaları ve anıtlar gibi farklı yöntemler de kullanılmış ve halklar, devletler ve örgütler bu alanda ciddi mücadeleler vermiştir. Türkiye’de de konu ile ilgili bir çok sivil çalışma yapılmış, belgeseller, kitaplar yayınlanmış, eylemler düzenlenmiş ve kemik analizleri gerçekleştirilmiştir. Ancak Türkiye’de PKK ve AKP arasındaki hakikat mücadelesinin farklı boyutları da ortaya çıkmıştır. Bu mücadelenin iz düşümlerini özellikle Ortadoğu, cinsiyet ve ekonomik yaklaşımlarda görmek mümkündür. Bu konuya geçmeden önce Türkiye örneğini dünyadaki diğer örneklerden ayıran ilginç olan iki farklı faktörden bahsedebiliriz. Bunlardan birincisi Türkiye devletinin barış sürecinde uluslararası olarak belirlenmiş ve yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi, küresel sermaye ve ulus devlet ihtiyaçları ile isyan etmiş halklar arasındaki mücadele sonucunda ortaya çıkmış kriterleri uygulamaktaki isteksizliği. Bir diğeri ise dört bölgeye yayılmış olan Kürt hareketinin diğer örgütlerden farklı olarak topyekün bir toplumsal değişimin önderi olmaya dair talipliği. Öncelikle birincisinden bahsedelim. Ulus devlet, halklar ve örgütlerin farklı anlamlar yükleyerek girdiği barış süreçlerinde en önemli mücadele alanlarından biri her zaman yasa olmuştur. Çünkü silahsız bir siyasi mücadelenin şartlarını sağlamanın yolu da, yasa ve şiddeti tekelleştirmenin yolu da yasal değişimden ve müzakerede varılan mutabakatın kurumsallaşmasından geçer. Ayrıca verilen mücadele sadece hangi yasal düzenlemelerin olacağı değil, aynı zamanda bu yasal düzenlemelerin hangi yöntemle gerçekleşeceği konusundadır da. Türkiye’den örnek vermek gerekirse, bugün gelinen noktada KCK’nin AKP hükümetine eleştirisi ve itirazı büyük ölçüde yöntemselken, AKP hükümeti bu temel eleştiriye içeriksel cevaplar vermektedir. KCK, sürecin yasal düzenlemeye bağlanmasını, bir hakem (gözlem) heyet oluşturulmasını isterken, hükümet demokratik paketlerin sürecin devamını sağlayacağını var saymaktadır. Ancak aşağıda da anlaşılacağı gibi bu yöntemsel itiraz aslında barışın esasına; yani hayati bir soru olan barışın toplumsallaşması ve sürdürülebilir olması meselelerine bağlanmaktadır. İkinci mesele ise Kürt Hareketi’nin ve özellikle de Abdullah Öcalan’ın barış sürecine sadece Kürt ulusal mücadelesi temsilcisi gözüyle bakmaması. Abdullah Öcalan 21 Mart 2013 Newroz’unda yayımlanan mektubuyla barış sürecini bir demokratikleşme ve ezilenlerin haklarına kavuşması ve örgütlü mücadelede kazanılan bir mevzi olarak tanımladığını ortaya koydu. Nitekim yine aynı yıl Ankara’da Kürt ve Türk kurum temsilcilerini bir araya getiren konferans ve gene 2013’te kongresi yapılan Halkların Demokratik Partisi çatısı altında Kürt ve Türk emekçilerini ve ezilenlerini birleşmesi de bu yollarda atılan adımlar. Öte taraftan Rojava’da ortaya çıkan demokratik özerklik yönetimi aracılığıyla Kürt mücadelesi Türkiye dışında da ciddi bir cephe kazanmış görünüyor. Tüm bunlar karşımızda, barış süreçlerinin uluslararası kriterleri çerçevesinde uzlaşmaktansa, farklı dünya tahayyüllerini ulusal ve bölgesel olarak hayata geçirerek birbirini geriletmeye çalışan iki aktörden bahsetmemizi gerektiriyor.
Yasal Çerçeve
Türkiye’de çözüm sürecinin ilk gününden beri karşılaşılan en önemli sorun yasal çerçeve yokluğudur. Referans alabilecek, tartışılabilecek ve izlenebilecek bir çerçeve bulunmadığı için süreç, tamamıyla verilen sözler, jestlerle gösterilen ya da kullanılan kelimelerden okunan niyetler, sürekli ölçülen “samimiyetler” kıstaslarıyla yürümekte; hayal kırıklıkları, tansiyon, sabırsızlık ve güvensizlik sürece eşlik etmektedir. Bu her iki tarafı da töhmet altında bırakan bir durum. Bir yandan AKP’nin esasında savaşa hazırlandığına dair şüpheler sürüyor. Bir yandansa özellikle Aleviler ve liberal aydınlar barış sürecinin aslında Kürt Hareketi’nin AKP ile İslami bir uzlaşma içinde Türkiye’nin diğer halklarına rağmen sürdürdüğü bir pazarlık olduğuna dair kanılarını belirtiyor.[12] Belirtmek gerekir ki dünyada 1990’dan bugüne devletlerin PKK türü örgütlerle yaptığı 600’e yakın anlaşma vardır.[13] Bu tür anlaşmaların yapılmasını kolaylaştırmak için uluslararası hukuk, önce yerlileri (Kızılderililer, Mayalar, Aborjinler, Açeliler, Filistinliler, Kürtler gibi), sonradan ise devlet olması ileride muhtemel sayılan aktörleri (mesela Sudan’da ya da Eritre’de olduğu türden örgüt ve liderleri) veya çatışarak halkların mağdurluklarına sebep olma potansiyeli taşıyan ya da çeşitli programlarla bu mağdurlukları giderecek kapasitede olan örgütsel yapıları (mesela FARC, IRA, ETA gibi ), ulus devletlerle anlaşma yetkisi bulunan “tüzel” kişilikler olarak tanımıştır. Nitekim PKK’nin bünyesine katılan çocuklar sebebiyle bazı uluslararası anlaşmalarda imzacı olduğunu, yani uluslararası hukukta çoktan bir tüzel kişilik olarak kabul edildiğini biliyoruz. Öte yandan ortada bir anlaşmanın olması, bu anlaşmanın pazarlığa ya da bozulmaya kapalı olduğu anlamına da gelmemektedir. Örneğin yukarıda bahsi geçen 600’e yakın anlaşmanın yarısı ilk beş yılda; üçte ikisi ise ilk on yılda bozulmuştur.[14] Bozulmanın sebebi hemen her zaman, anlaşmalarda uzlaşmaya varılan konuların ulus devletler tarafından yasaya bağlanmamasıdır. Nitekim gerek Kolombiya, gerek Nepal, gerekse Guatemala gibi büyük umutlarla başlanmış barış süreçleri sürece başlarken temel alınan anlaşmaların daha sonra yasallaşmamasıyla kesintiye uğramıştır. Barış süreçlerinin yasal çerçevesini inceleyenler barışın üç aşamada gerçekleştiğini söylerler.[15] Bunlardan birincisi görüşme öncesi aşamadır ki, bu aşama genellikle gizlidir ve arabulucular dolayımıyla yürütülür. Bu aşamada, ileride olması muhtemel müzakereye, kimlerin hangi statü ile katılacağı belli olur. Hem İrlanda hem de Kolombiya’da bu aşamanın medyaya sızması sürecin kesintiye uğramasına sebep olmuştur. Öte yandan yine İrlanda’da ve İspanya’da bu süreçler oldukça uzun sürmüştür. Sonuçta hem İrlanda hem İspanya devletleri masaya ancak siyasi parti temsilcileri ile oturacaklarını söylemişlerdir. Bu aşamada ikinci amaç bir çeşit ateşkese varılmasıdır. Ancak ateşkes sağlanıncaya kadar özellikle devletlerin masaya oturacak tarafı güçsüz düşürmek için suikastlara ve saldırılara devam ettiği de görülür. Örneğin yine Kolombiya’da FARC’ın üç lideri bu aşamada öldürülmüştür. Türkiye örneğine gelindiğinde, bilindiği gibi Türkiye devleti Oslo’da MİT aracılığı ile PKK temsilcileriyle görüşmüş ancak o süreç hala tam olarak bilmediğimiz sebeplerle bitmiş ve yeni süreç Abdullah Öcalan’la başlatılmıştır. Ancak devlet Öcalan’ı tecritte tutarak, adaya gelip giden vekillere müdahale ederek ve hem Kandil ile İmralı, hem de İmralı ile dışarısı iletişimini sınırlayarak Öcalan’ın sürece eşit katılımını imkansızlaştırmakta ve süreci kendi kontrolü altında tutmaktadır. Bugün itibarıyla süreci tıkayan en önemli noktalardan biri budur. Bir diğer deyişle görüntü odur ki, Türkiye devleti henüz “müzakere masasına” kimlerin oturacağına ve müzakerenin hangi yöntemlerle yürüyeceğine karar vermemiştir. Ancak bir yandan bu birinci aşamayı bitirmemekte ısrar ederken, bir yandan da ikinci aşamada olacağı var sayılan kimi girişimleri de şimdiden hayata geçirmiştir. Barış süreçlerinin ikinci aşamasında, çatışmanın çıkmasına sebep olmuş faktörlerin belirlenmesi ve çatışmanın yeniden başlamasını önleyecek yasal değişimlerin müzakeresi ve kararlaştırılması amaçlanır.[16] Bu aşamanın şeffaf olması beklenir. Çünkü bu aşamada sürecin siyasi aktörler dışında da tartışılması ve toplumsal mutabakatın sağlanması hedeflenir ki, barış sürdürülebilir olsun. Ayrıca bu aşamada genellikle mutabakatı kolaylaştıracak, sorunları çözebilecek ve tarafların varılan mutabakata uyumunu gözlemleyecek sivil yapılar oluşturulur. Türkiye’de bu tür iki yapı kurulmuştur. Bunlar Akil İnsanlar Heyeti (AİH) ve TBMM içinde kurulan Çözüm Komisyonu’dur. AİH türü yapılara Malezya, Endonezya ve kimi Afrika ülkelerinde rastlanmaktadır. Bu yapıların hem barış düşüncesini yaygınlaştırması hem de deyimi yerindeyse toplumsal nabzı raporlaması beklenir. Nitekim Türkiye’de de bu heyetin böyle bir rol oynayacağı beklenmiştir. Ancak hem raporların şeffaf bir biçimde toplumla paylaşılmaması ve tartışmaya açılmaması, hem de raporların hükümet nezdinde Türk halkının “hassasiyetlerini” saptamaya yönelik bir müşteri memnuniyeti ölçeği biçiminde kullanılması, çalışmaların beklenen düzeyde olmamasına sebep olmuştur. Öte yandan Meclis içinde kurulan Çözüm Komisyonu’na MHP ve CHP’nin vekil göndermemesi ve her ne kadar komisyonda BDP daveti ile bir çok savaş mağduru dinlenmesine rağmen bunların sözünün raporlara yansımaması Çözüm Komisyonu’nu işlevsiz kılmıştır. Barış süreçlerinin son aşaması yasallaşma ya da yine Türkiye’de adlandırıldığı haliyle normalleşmedir. Yani bundan böyle içinde yaşanacak olan toplumsal ve siyasal yapının yasaya bağlanmasıdır. Yasallaşma elbette bir kerede olmaz ve yeniden müzakereyi de içerir. AKP’nin Eylül 2013’te açıkladığı ve devamının geleceğini söylediği çözüm paketini bu bağlamda ele almak mümkündür.[17] Öte yandan yine bağlı olunan ve toplumla paylaşılmış bir mutabakat bulunmadığı için çözüm paketinin oluşumu da, içeriği de, uygulaması da keyfiliğini korumaktadır. İncelemeler dünyanın her yerinde bu aşamanın en zorlu süreç olduğunu göstermektedir. Bu sürecin başarısı üç faktöre dayalıdır. Bunlardan birincisi müzakerede varılan mutabakatın bağlayıcılığıdır. Dünyada bu bağlayıcılık genellikle uluslararası alanda kabul gören anlaşma belgeleriyle sağlanmıştır ancak şeffaflık da bağlayıcılığı sağlamak için önemli bir faktördür. İkinci faktör yapılacak şeylerin muğlak olmaması yani mümkün olduğu kadar somut tariflenmesidir. Son olarak ise sürecin, varılan mutabakatın tarafı olmayan kesimler tarafından denetlenebileceği bir mekanizmanın oluşturulması gerekmektedir. Bu denetleme genellikle ya uluslararası aktörler, ya başka ülke yönetimleri ya da toplumsal aktörler tarafından yapılmaktadır.[18] Yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi AKP sürecin başarılı olmasını sağlayacak olan bu üç faktörün üçünü de gerçekleştirmemiştir. 2013 Ocak’ta başlayan barış sürecinin 2014’e gelindiğinde girdiği duraksamanın en önemli sebeplerinden birinin bu olduğu söylenebilir. Ancak bununla da kalmamıştır. Yasal muğlaklık, şeffaflığın ve katılımın sağlanmaması, toplumsal kuşkular ve sürecin sürekli bilinmez birileri tarafından durdurulduğuna ya da sabote edildiğine dair söylemlerin toplumda zaten var olan ayrışmaları körüklediği iddia edilebilir. Bir diğer deyişle Türkiye’de devletin ve hükümetin uluslararası kriterlere uygun davranmaması hükümeti de, sermaye çevrelerini de zora sokmaktadır. Ancak Türkiye’yi diğer örneklerden ayıran sadece bu da değildir. Yazının bundan sonraki bölümünde masaya oturan iki tarafın yani AKP ve Kürt Hareketi’nin toplumsal tahayyüllerini ayıran üç önemli konu ele alınacak. Bunlar Ortadoğu ve dış politika, cinsiyet eşitliği ve ekonomik yaklaşımlar. Türkiye’de hükümetin barışı kendi insiyatifinde tutmasının her ne kadar kendi çıkarı çevresinde hareket etmesinden kaynaklandığını düşünebilecek olsak da görüleceği gibi sürecin ilerlememesi, Kürt Hareketi’nin toplumsal tahayyüllerinin kendine yeni hakikat alanları açmasını sağlamakta ve ittifaklarını güçlendirmektedir. Bu sayede diğer Barış Süreçleri’nden farklı olarak Kürt Hareketi barış sürecini ezilenlerin tümüne mal etme konusunda önemli adımlar atmakta, üstelik barış süreçlerinin teknik bir barışma, uzlaşma meselesinden çok daha yaygın bir toplumsal dönüşüm olduğu gerçeğini açığa çıkartmaktadır.
AKP, Kürt Hareketi ve Ortadoğu
Bilindiği gibi AKP iktidarı boyunca Ortadoğu’da kendini model alınacak bir güç olarak tesis etmeye, bölgede siyasi, askeri ve ekonomik bir güç olarak yeniden konumlanmaya çalıştı. Aynı şekilde hem Abdullah Öcalan’ın mektuplarından ve yazılarından, hem de Kürt siyasi aktörlerinin beyanatlarından, Kürt Hareketi’nin de Ortadoğu’da yeni bir ihtimali, yeni bir siyaseti oluşturma çabası içinde olduklarını görmek mümkün. Kimi siyasetçiler ve köşe yazarları, barışın Türkiye’yi Ortadoğu’nun en büyük ekonomik, siyasi ve askeri gücü yapacağını söylese de aslında iki tarafın bu alandaki toplumsal ve siyasal tahayyüllerinin birbirlerinden nasıl uzlaşmaz bir biçimde ayrışık olduğu gittikçe daha fazla ortaya çıkmakta.
Unutulmamalı ki Kürtler bugün 4 parçaya ayrılmış coğrafyaları sebebiyle ve gittikçe artan toplumsal ve siyasi örgütlenmeleri sayesinde, Irak, İran, Suriye ve Türkiye’de önemli aktörler haline geliyorlar. Özellikle Abdullah Öcalan’ı lider kabul eden Kürt Özgürlük Hareketi bu 4 parçayı birleştirmeyi temel alan bir egemenlik siyaseti yerine, Kürtlerin 4 ülkenin tamamında demokratik bir rol oynaması, demokratik güçleri oluşturması ve hareketlendirmesi stratejisini belirledi. Bu hakikaten önemli bir hamle çünkü Kürtlerin bir millet ya da devlet olarak zenginleştirmeyi, merkezileştirmeyi ya da egemen kılmayı hedeflemiyor. Tam tersine Kürtlerin zayıflık olarak görülen parçalılığını ve tarihsel ezilmişliğini bir değer olarak görüp, Ortadoğu coğrafyasını bir ülkeler değil, bir halklar coğrafyası olarak yeniden tanımlıyor. Nitekim Kürt Hareketi’nin Diyarbakır, Ankara ve Brüksel’de yaptığı ve Erbil’de bir türlü gerçekleşemeyen konferanslar ile HDP’nin kuruluşu bu düşünceyi bir hegemonik fikir olarak tesis etme yolunda adımlar olarak görülebilir.
AKP de de çok yakın bir zaman kadar Ortadoğu’da kendini demokratikleştirici bir güç olarak görmekteydi. Ancak bunu halk merkezli değil devlet merkezli olarak tanımlamakta ve sermayeyi ve pazarı temel almaktaydı. AKP Ortadoğu’yu kasıp kavuran isyanlarda; Mısır’da, Tunus’da ve Libya’da ılıman İslamcı diyebileceğimiz yapılara ve Müslüman Kardeşler’e destek verdi. Bu aktörlerle hem ekonomik hem siyasi işbirliğine gitti. Bölgesel iktidarını çeşitli anlaşmalar, insan kaynağı aktarımı vs. üzerinden pekiştirerek, kendinin merkezde olacağı ve Balkanlar’a kadar uzanan ve Türki cumhuriyetleri hatta Endonezya ve Malezya’yı içine alan iktisadi ve kültürel bir coğrafya yaratmaya çalıştı. Ancak özellikle Arap ülkelerinde güç dengelerinin hızlı değişimi ve hesapta olmayan çeşitli aktörlerin ortaya çıkması, AKP projesini dünyada ve bölgede gittikçe daha fazla gözden düşürdü. Öte yandan savaş durumu hem siyasi otoritenin hem de sermayenin hızlıca el değiştirmesine sebep oluyor ve Türkiye’nin bölgede son bir kaç yılda kazanmış olduğu ekonomik ve siyasi üstünlüğü de tehdit ediyor.
Elbette tüm bu dinamiklerin kendini en açık şekilde gösterdiği yer Suriye. Suriye’de Özgür Suriye Ordusu göreceli taban kaybederken, yine AKP’nin bu sefer dolayımlı desteklediği; ancak şimdilerde destek verdiğinden pişman olmuş gibi gözüktüğü El-Nusra ve İŞİD tipi yapılar güç kazanıyor. Ancak bu Türkiye’nin batıda da iyice gözden düşmesine sebep oluyor.
Bir diğer deyişle Kürdistan coğrafyası Türkiye’nin uluslararası politikasının hem boşa düştüğü; hem de alternatifiyle karşılaştığı yer olarak özellikle önem taşıyor. Türkiye’nin kapitalizm merkezli modernleşme projesi Güney Kürdistan’ı baştan başa yeniden inşa ederken ve Türkiye güneyi sermaye ortaklığı üzerinden kendine bağlamaya kalkışırken, Kürt Hareketi Batı Kürdistan’da öz örgütlenme ve demokrasi merkezli başka bir modernleşmeyi hayat geçirmeye çalışıyor. Rojava’daki savaş bu anlamıyla ilk bakışta gözüktüğünden çok daha fazla bir anlam ifade ediyor.
Rojava’da Kürtlerin insana ve insan gücüne dayalı mücadelesi bölgede bir üçüncü seçenek olma yolunda gittikçe daha etkin bir hal alıyor. Kürtlerin Rojava’da kurdukları yapılarda yerellik, katılımcılık ve ittifak siyasetleri temel ilkeleri oluşturuyor. Örneğin Rojava’da oluşturulan Rojava Demokratik Halk Meclisleri’nde, siyasi yapılardan çok toplumsal yapılar rol alıyor, savaşın ortasında kooperatifleşmeye gidiliyor. Üstelik bu sadece Kürtlerin değil bölgede yaşayan diğer halkların da katılımıyla yapılmaya çalışıyor. Aleviler, Süryaniler, Arapların PYD kontrolünde olan yerlerde benzer meclisler kurması için çabalanıyor. Bir diğer deyişle Kürdistan’da Türkiye destekli Barzani ile PKK destekli PYD üzerinden iki çok farklı küreselleşme modeli birbiri ile rekabete girmiş durumda. Bir yanda devlet ve sermaye merkezli, bir yanda toplum odaklı bir kapasite arttırma yöntemi izleniyor. Ancak Kürt Hareketi’nin çözüm sürecinden anladığıyla AKP’nin çözüm sürecinden anladığı arasındaki farkın kendini uluslararası alanda sadece bölgede izlenen politikalar açısından değil batı merkezli evrensel değerler ve kuruluşlarla ilişkilerde de gösterdiğini gözlemliyoruz.
Örneğin çözüm sürecinin muhataplarından KCK’nin uluslararası alanda insani hukuk (humanitarian law) olarak tanımlanan süreçlere gittikçe daha aktif bir biçimde müdahil olduğunu; örneğin gerillaya katılan çocuklar, hakikatlerin ifşası ya da savaş suçları konusunda çeşitli anlaşmalara imzacı olduğunu biliyoruz. Türkiye ise kayıplarla ilgili uluslararası anlaşmalara imzacı olmayı ret ettiği gibi Başbakan ve çeşitli Bakanlar, Birleşmiş Milletler gibi bir çok uluslararası örgütün meşruiyetini sorguluyor[19]. Kandil bulunduğu yerden çeşit çeşit basın kuruluşlarını ağırlayarak, düzenli beyanatlar vererek uluslararası şeffaflık sağlamaya çalışırken, Türkiye’de tüm bu kuruluşlar geçersiz ya da lüzumsuz ilan ediliyor.
Bir diğer deyişle AKP, uluslararası alanda kendini modellemek ve taşeronlaşmak üzerinden başka ülkelerde var ederken ve bunu da yerel aktörlerin kimini güçlendirip; kimini güçsüzleştirerek yaparken, Kürt Özgürlük Hareketi şimdiye kadar görülmemiş bir şekilde kendini yerel aktörlerin yanına konumlandırarak müzakerelere girişiyor. Biri egemenlik alanlarını çoğaltmaya çalışırken diğeri demokratikleştirci bir rol üstlenmeye çalışıyor. Elbette-yine Rojava örneğinden bildiğimiz gibi- Kürt Hareketi de bu alanda sorunsuz değil. Tam tersine. Ancak ideolojik açıdan baktığımızda iki tarafın Ortadoğu’daki çatışmalarının sadece bir egemenlik çatışması olmadığını; bir anlayış ve bir toplumsal tahayyül ayrışması içinde olduklarını belirtmek gerekir. Kürt Hareketi, AKP’nin Islam dünyasının tamamına ihraç etmeye çalıştığı sermaye ve devlet odaklı ve hizmet, kalkınma ve hayırseverlik temelli modeli karşısında, sürekli örgütlenme, eyleme, demokratik talep yükseltme ve müzakere temelli yeni bir uluslararasılaşma tanımlıyor. Demokratik aktörlerle güç birliğine giderek tabandan küreselleşme dediğimiz yönteme yatırım yapıyor.
Toplumsal Cinsiyet
Türkiye ve Kürt Hareketi arasında barış süreci ile ilgili birbirinden tamamıyla ayrışan anlayışlar olduğunun ikinci göstergesi toplumsal cinsiyet alanı olarak karşımıza çıkıyor. Daha önce bir çok kereler yazdığımız gibi savaş süreçleri erkek egemenliğinin güçlendiği zamanlardır.[20] Bu sebeple barış süreçleri çatışmaları çözmek kadar toplumsal cinsiyet eşitliğini de sağlamaya yönelik olmalıdır. Ancak AKP hükümeti barış sürecinde, değil toplumsal cinsiyet eşitliği sağlamak, eşitsizliği daha da derinleştirdi. 63 kişilik Akil İnsanlar Heyeti’nde 12 kadın bulunuyor; 11 kişilik Çözüm Komisyonu’nda ise sadece 1 kadın. Koruculuk kaldırılacağına, kadın korucular işe alınarak erkek koruculara yemek pişirtiliyor, silah temizletiliyor. Bölgede jandarma ve mülki amirliklere karşı açılan taciz ve tecavüz davaları sonuçsuz kalıyor. Yurtlarda, çocuk cezaevlerinde, gözaltı aramalarında taciz sıradanlaşıyor.
Diğer bir deyişle barış sürecinde devlet cinsiyet eşitliğini gözetmek yerine, dolaylı ve doğrudan yollarla eşitsizliği derinleştiriyor. Çözüm sürecinde kurulan mekanizmalarda kadınlara yer vermediği gibi, toplumun erkekleşmesine; erkeklerin erkekliklerini kadınlara taciz, tecavüz ve şiddet üzerinden kurmalarına göz yumuyor. Savaşla kışkırtılmış erkekliklerin toplumsal alanda egemenleşmesini giderici bir siyaset hayata geçirmiyor.
Bu sırada Kürt Hareketi’nin ise tam ters bir yol izlediğini görmek gerek. Bunun en çarpıcı örneği KCK düzeyinde eş başkanlık sistemine geçilmesi ve yine KCK Başkanlık Konseyi’nde de eşit temsilin kabul edilmesi. Aynı şekilde BDP ve DTK’da %50 kadın temsiliyeti ilkesini kabul ettiğini açıkladı ve belediye başkanlığı dahil tüm yapılarında eş başkanlık sistemini hayata geçirdi. Öte yandan Demokratik Özgür Kadın Hareketi (DÖKH), kadın gerillaların çekildiği bölgeleri sivil yapılarla donatarak kadınların savaş sırasında kazandıkları hakları geliştirmeleri için mücadele ediyor. Dersim’de, Lice’de ziyaretler, festivaller düzenliyor. Ayrıca DÖKH 2013 Nisan ayında yaptığı Kongresi’nde çözüm sürecini, çekilmeyi, kalekol ve baraj yapımlarını izleyeceğini beyan ederek müzakerelerin sivil ayağını oluşturacak asal aktörlerden biri olacağını gösteriyor. Yine Diyabakır’da Mayıs sonunda yapılan Ortadoğu kadın konferansı ile birlikte Kürt kadın kurumları sadece çözüm sürecinde değil, Ortadoğu’nun geleceğinin inşasında da kadınların yer alması konusunda etkin bir rol alma konusunda irade gösteriyor. Öte yandan Türkiye’de ilk kez Diyarbakır’da bir büyükşehir belediye başkanı kadın oluyor.
Bugün geldiğimiz noktada Rojava’nın da bir kadın devrimi olarak tanımlanması gerekir. Kadınların yeniden yapılanan Rojava’da tüm kurumlarda eşit yer aldıklarını görüyoruz. Eş başkanlık sitemi ve kurulan halk meclislerinde eşit katılım bir yana, Rojava’da da tıpkı Kuzey’deki yapılar gibi her karma yapının karşılığı olan ve sadece kadınlardan oluşan bir yapı oluşturularak, karar alama ve uygulama alanlarında karma yapı ile eşit bir konuma getiriliyor. Nitekim kadınların gerek öz savunma alanında, gerek siyasi temsil düzeyinde gerekse toplumsal kurumlarda temsiliyeti Ortadoğu’ya damgasını vuran bir çok siyaseti rahatsız ediyor. Bunun sonucunda ise bölgede Kürtlere yönelik saldırılarda öncelikli hedef olarak kadınların seçildiğini görüyoruz.
AKP’nin açıkladığı demokrasi paketi bir çok açıdan eleştirildi. Ancak paketin feminist bir eleştirisi yapılması da gerekli. Kadınların yeni anayasadan beklentileri çok çeşitli. Bunların başında eşit temsil geliyor. Ancak pakette bundan hiç bahsedilmediği gibi tartışılan dar bölge sistemleri de kadınların aleyhine. Kota olmadığı zaman kadınlar meclise genellikle alt sıralardan aday gösterilerek giriyor. Ancak dar bölge sisteminde böyle bir imkan yok. Ayrıca kadınların kürtaj, iş, sosyal güvenlik gibi bir çok hakkı çeşitli yaptırımlar ve torba yasalarla gasp edilir ya da muhafazakar bir toplumun arzularına göre düzenlenirken, demokratik paketin içine girebilmiş kadınları doğrudan ilgilendiren tek meselenin baş örtüsü olması çarpıcı.
Kısacası hem AKP hem de Kürt Özgürlük Hareketi için cinsiyet politikaları, kurmak için mücadele ettikleri toplumsal tahayyüller kadar demokratik çözümü nasıl algıladıklarını anlamak açısından da son derece önemli. AKP için çözüm, AKP’nin egemenliğini tehdit etmeyecek hatta çoğaltacak şekilde Kürt Hareketi’ni bir talep siyasetine hapsetmekken, Kürt Hareketi çözümü kendini yenilemek ve en önemlisi de “kadınlaşmak” için bir fırsat olarak görüyor.
İktisadi ve Toplumsal Tahayyüller
Son olarak Türkiye ve Kürt Hareketi’nin barış sürecine verdikleri anlamların birbirlerinden radikal ayrımını takip edebildiğimiz en önemli alanlardan biri de ekonomi tahayyülleri. Yalnız ona geçmeden evvel bir kısa parantez: Bilindiği gibi Türkiye ile PKK arasında süren Oslo görüşmeleri 2009 yılında sona erdi ve bunun arkasından geniş çaplı tutuklamalar başldı. Bu görüşmelerin tam olarak neden ve nasıl bittiği henüz tamamen şeffaflaşmamış durumda. Ancak aşağı yukarı aynı sıralarda Diyarbakır’da Türkiye’nin ileri gelen liberal aydınlarının çağrıldığı ve demokratik özerklik fikrinin anlatıldığı bir toplantı yapıldı. Toplantıda özellikle demokratik özerkliğin ekonomik boyutu tartışıldı. Hatta toplantıya katılan ve Diyarbakır’ın ileri gelen sermayedarlarından PKK’nin düşlediği toplumun asıl kendilerine karşı olduğunu söyleyenler dahi oldu ve bu basına yansıdı. Toplantıdan fazla zaman geçmeden ise bu sermayedarların bir kısmı AKP’de faaliyet göstermeye başladı. Bir diğer deyişle ekonomik tahayyül meselesi PKK ve Kürt Hareketi’nin sadece Türkiye devletinden ve AKP’den değil aynı zamanda diğer Kürt siyasetlerinden de ayrışma alanı. Bu anlamıyla AKP’nin temsil ettiği hegemonyanın belki de en büyük meselesi hakikaten de etnik anlamda egemenliği paylaşmak değil; Kürt Hareketi’nin toplumsal tahayyülleriyle ve özellikle eşitlik ve demokrasi anlayışıyla barışmak.
Dünyada Barış Süreçleri ve Ekonomik Düzenlemeler
Dünyadaki barış süreçlerine bakacak olursak, neoliberal küresel rejimin kurulması ile dünyanın dört bir yanında 20. Yüzyıl boyunca sürmüş olan ulus-devlete karşı mücadeleleri küresel bir çatışma-çözüm modeli çerçevesinde ele almanın ve bunu sağlayacak kurumların, belgelerin ve düzenlemelerin oluşturulmasının aynı zamanda gerçekleştiğini görürüz. Elbette 20. Yüzyılın son on yılı ile 21.yüzyılın başının bir çatışma çözümü dönemi olmasının ezilenlerin mücadeleleri ile çok ciddi ilgisi bulunmaktadır. Onların mücadeleleri ulus devletlerin zalimliklerini afişe etmiş, ulus ötesi insan hakları örgütlenmesi ağları kurmuş, ulus devletlere karşı pes etmeden isyan etmeleri, ulus devletleri barışmak, demokratikleşmek ve farklılıklara yer açmak zorunda bırakmıştır. Ancak yine de barış süreçlerinin küresel düzeyde nasıl kurumlar ve şablonlar oluşturduğunu küresel sermayenin hareketlerinden ve niyetlerinden bağımsız olarak düşünmek fazla saf olacaktır. Ulus devletler yukarıda da bahsettiğim gibi barış sürecinde yasa ve şiddeti tekellerine almaya, tarihi tekilleştirmeye ve çoğullaşmış toplumsal alanlarda devlet ve sermaye egemenliğini yeniden kurmaya çalışırlar. Çatışma boyunca eylem alanlarına dönüşmüş alanları hane, mülk ve vatan yapmaya kalkışırlar. Bu sayede bu alanları sermaye merkezli modernleşme süreçlerine açmış olurlar.
Özetle hem çatışma hem de barışma süreçleri, küresel ve yerel sermaye hareketleri ile sıkı sıkıya ilişkilidir. Bundan dolayı da hiç bir zaman mücadelesiz ve sıkıntısız ilerlemez. Çatışmalar esnasında sermaye ve kaynaklar el değiştirir; tekeller ortaya çıkar, endüstriler çöker, yeni endüstriler yapılanır. Çatışma sonrasında ise boş ya da boşalmış olarak hayal edilen “alanlar” yeni sermaye akınlarına açılır. Nitekim bugün küresel sermayenin krizlerini aşmasının başat yollarından biridir çatışma sonrası inşa. Doğu Avrupa’dan Afrika’ya, Güney Amerika’dan Irak’a kadar küresel sermaye yıkılmış yerleri inşa etmek üzerinden kendini var etmiş, geliştirmiştir. A.B.D. Irak’ı önce yıkmış, sonra adeta Irak bir ekonomik boşlukmuşçasına tüm gücüyle Irak’a girmiş, Irak’ı inşa etmeye kalkışmıştır.
Kürdistan’da yaşanan savaş ve bu savaşın sermaye ile ilişkisi bugün belki de en az bildiğimiz konulardan. Aynı şekilde Kürdistan’ın Türkiye ile olan siyasi, kültürel ve duygulanımsal sömürü ilişkilerini bilmemize rağmen, bu sömürü ilişkilerinin ekonomik boyutunu ortaya sermek konusunda ciddi sıkıntılarımız olduğunu söylemek gerekir. Oysa hem Kürdistan’daki birikim rejimleri ile siyasi baskı rejimleri arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmak, hem de Kürdistan’daki doğal ve insani kaynaklara ne şekillerde el konulduğunu haritalamak, daha eşitlikçi ve demokratik ekonomiler kurmak açısından son derece önemli. Örneğin konuyla ilgili nadir çalışmalardan birini yapmış olan Seda Yüksel, tezinde[21] Ermeni soykırımından beri Kürdistan’da gerçekleşmiş olan sermaye birikimleri ile bölgedeki savaş ve olağan üstü durum arasındaki ilişkinin tarihini anlatıyor. Buna göre Gaziantep’in bir endüstri merkezi olarak ortaya çıkması gibi Diyarbakır’ın da inşaata dayalı bir büyüme göstermesi şaşırtıcı değil. İnşaat merkezli büyüme sınıf atlama (kimileri için apartmanlarda orta sınıflaşma; kimileri içinse az evli bol bahçeli sitelerde elitleşme) imkanına ve hayaline dayanır. Tam da o yüzden Diyarbakır sermayesi—üstelik de Yüksel’in tezine göre oldukça yurtsever olan bu sermaye- Kürt Hareketi ile netameli bir ilişki sürdürecek ve legal alanda hareket, birbiri ile çelişen mesajlar vermeye ve çoklu siyasi ve ekonomik izlekler sürmeye devam edecek gibi gözüküyor.
Başka bir örnek 90’lardaki faili meçhullerin sonucunda gerçekleşen sermaye el değişiminin sonuçları ve bu sonuçların Kürdistan’daki siyasete iz düşümleri. Bu faili meçhullerden sonra legal ve illegal üretimin kontrolünün bir kısmının devlete ve devlete yakın ailelere geçtiğini biliyoruz. Bunun ise karakol yapımlarından, barajlara kadar bir çok alanda etkileri oluyor. Ancak ne yazık ki “geçmişle yüzleşme” başlığı altında da ele alabileceğimiz ve çatışmanın ekonomik tahayyüller ve pratiklerle ilişkisi ile ilgilisini ortaya çıkaracak somut bir haritamız bulunmuyor. Benzer bir konu; köy boşaltmalar sonucunda hangi toprakların ne şekillerde el değiştirdiği, nasıl kullanıldığı, kimlerin elinde biriktiği ve bu sayede hangi doğrudan gelir programlarından yararlanıldığı. Ve tabi GAP. Elbette konular çoğaltılabilir.
Bir diğer deyişle Türkiye’de belki de en büyük bilgi eksikliğinin savaş ekonomisi alanında olduğunu söyleyebiliriz. Bu haritayı ortaya çıkarmadığımız sürece de devletin ve AKP’nin Kürdistan’da geliştirmek istediği barışın boyutlarını ve sınırlarını da yeterince anlamak mümkün olmayacak. AKP’nin Kürdistan’daki hangi maddi ve soyut kaynaklara el koyma hesabı yaptığı, bunu nasıl bir hegemonya üzerinden gerçekleşmeye kalkışacağı ve bununla ne şekilde mücadele edileceği somutlanamayacak.
Barış ve Ekonomi
Ocak ayında çözüm süreci başladığından beri hem Başbakan Erdoğan hem de ona yakın çevreler barışın en önemli getirisinin “Güney Doğu Anadolu” bölgesinin kalkınması olacağını açıklıyorlar. Kendi barış ve ekonomi paradigmalarını oluştururken Güney Kürdistan örneğinden faydalandıkları açık. Bu paradigmayı bölgede geliştirirken hem şimdiye kadar palazlanmış ancak Ergenekon davaları ile nispeten geriletilmiş “derin devlet” ve yerel bağlantıları ile mücadele edecekler hem de Kürt Özgürlük Hareketi’nin kurmaya çalıştığı kapitalizme alternatif yerel ekonomilerle. Bu mücadelede AKP’nin en büyük dayanağının yerel sermaye olması muhtemel. Elbette AKP “benim sermayem” zihniyetine kapılıp önce kendi siyasetine tam bir bağlılığı ve Kürt yurtsever kimliğinden tamamen vaz geçmeyi şart koymazsa.
Kürt Hareketi bugüne kadar bölgede bir kaç deneme dışında ön gördüğü kapitalizme alternatif ekonomik pratikleri yaratmadı. Ancak alternatif ekonomik ilişkiler kurmakta tamamıyla da deneyimsiz değil.
Kürt Hareketi her ne kadar var olan üretim ilişkilerine doğrudan bir müdahale yapmasa da, üretilen artı değerden kazanılan “karın” nasıl bölüşüleceği konusunda Kürdistan ekonomisinde göreceli aktif bir güç. Aynı şekilde yerel yönetimlerin sermayeyi ilgilendiren kararlarında görmezden gelemeyeceği bir irade. Ancak barışla birlikte uygulanması düşünülen ekonomik modelde bunun ötesinde üretim ilişkilerinin nasıl düzenleneceği ve artı değere nasıl el konulacağı konusunda da yeni düzenlemelere gidilmesi hedefleniyor.[22]
Bugünlerde çokça konuşulan demokratik özerklik hamlesi, sadece üretilen değerin nasıl bölüşüleceği konusunda değil aynı zamanda değerin nasıl üretileceği ve nasıl “el konulacağı” konusunda da farklı pratikleri içeriyor. Topraksız köylülerin belediye kanunları kullanılarak toprak sahibi yapılması, kırsal ve kentsel üretimde kooperatifleşmeye gidilmesi, ekolojik tarım vs. bu pratiklerden bazıları. Öte yandan bölgede hızlı bir tapulaşmaya gidildiği ve küçük toprak sahiplerinin mallarının birleştirilerek gösterildiği ve bundan dolayı kavgalar da yaşandığı gazetelere yansıyor. Yani Kürt Hareketi dayanışmacı bir ekonomi üzerinde düşünürken, AKP bölgede sermaye oluşturma çabasına, maden aramalarına, baraj yapımına hız veriyor.
Kanımca bu süreçte kadınlar çok önemli bir rol oynayabilirler. Bunun ise iki sebebi bulunuyor. Birincisi ev içi üretimde oynadıkları rol sebebiyle zaten kapitalizme alternatif ekonomik faaliyetler içinde bulunmaları; ikincisi ise kamusal alanın dışında bırakıldıkları için bölgede savaş ekonomisinin kurduğu “derin” ekonomik borç ve alacak ilişkileri dışında kalmaları. Yani bir anlamıyla erkeklere nazaran kirli bölgesel ilişkilere daha uzaklar ve yenilikçi faaliyetlere girmeleri daha muhtemel.
Öte yandan Kürdistan’da bugüne kadar sürmüş olan sınır ticareti ya da “kaçak” durumunun da kapitalizme alternatif çeşitli ekonomik pratikleri hayal etmek açısından başat rol oynayacağını düşünüyorum. Aynı şekilde gönüllülüğe dayalı sivil toplum kuruluşları da başka bir alternatif ekonomik pratik olarak görülebilir. Bir diğer deyişle Kürdistan’da beklenen kıran kırana yürüyecek olan ekonomik tahayüller mücadelesi yaşamın içinde var olan hangi pratiklere yatırım yapılacağı ve bu pratiklerin nasıl koordine edilip birbirleri ile ilişkilendirileceği ile belirlenecek. Ancak barış sürecinde örneğin Hevsel bahçeleri ya da Ovacık bakır madenlerinde olduğu gibi toplumsal/iktisadi/ekolojik alan daha bir çok mücadelenin gerçekleşeceği mevziler olacakmış gibi gözüküyor.
Sonuç
Kürt Hareketi ve AKP arasında süren çözüm süreci 100 yıllık Kürt sorunun nasıl çözüleceği, 30 yıllık bir savaşına ardından nasıl barış inşa edileceği ve Türkiye’nin nasıl demokratikleşeceği açılarından büyük önem taşıyor. Ancak bununla da kalmıyor. Yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi tarafların toplumsal tahayyülleri birbirlerinden radikal bir biçimde ayrılıyor. Kürt Hareketi kendini gittikçe daha fazla Ortadoğu’yu demokratikleştirecek ve tüm ezilenleri temsil eden bir güç olarak görürken, kendini cinsiyet özgürlükçü, anti-kapitalist ve ekoloji temelli olarak yeniden inşa ediyor. Bunun karşısında AKP kendini Ortadoğu’da ulusal çıkarlarını gözeten, mezhepçi ve merkeziyetçi bir otorite olarak var ediyor ve önceliklerini bölgesel olarak erkekleri ve sermayeyi kayıracak şekilde düzenliyor. Barış süreci ise işte ezilenlerin mücadelesinin bu yeni evresi ile yeni küresel düzende bu mücadeleyi tahakküm altına almaya çalışan egemenlerin taktikleri ve stratejileri diyalektiğinde biçimleniyor.
Ezilen halkların 1960’lar ve 1970’ler boyunca geliştirdikleri sol/sosyalist muhalefet 1980’lerde sermaye ve ulus devletlerin oluşturdukları yeni birikim biçimleri, yeni bastırma ve tahakküm biçimleri ve yeni dünya düzeni ile sönümlendi. 1990’lar boyunca sermaye, doğal kaynaklar çevresinde kümelenmiş silahlı güçler ve ulus devletler ile ezilen halkların çok çeşitli çatışmalarına sahne oldu. Bu süreçte vatan devletin tekelinden, tarih tekçi kimliğinden, mülk ise sermayenin rahatça egemenliğini ilan edebileceği bir tekinlikten çıktı. Kimlik siyasetleri, kadın politikaları ve ekolojik hareketler bu yeni çatışma alanında ezilen halkların seslerini duyurabilmeleri ve örgütlenmelerinin alanı oldu. Bu hareketler egemen vatan, hane ve mülk algılarını ve kurgularını dönüştürdüler. Bu yazıda amacım barış süreçlerini toplumsal alanları tekelleştirmeye, tekinleştirmeye ve tekleştirmeye çalışan sermaye-devlet işbirliğine karşı halkların halklaşma ve toplumsallaşma mücadeleleri olarak okumak. AKP ile Kürt Hareketi arasında gerçekleşen barış sürecini böyle bir okumaya tabi tutmanın süreç içinde gerçekleşen adımları, olanakları ve olanaksızlıkları anlamakta yol gösterici olduğunu düşünüyorum. Unutmamak gerekir ki barış süreçlerinin toplumlar lehine evrilmesinin en önemli yolu toplumun farklı kesimlerinin bu alana müdahil olması ve özgürlükçü toplumsal tahayyüller çerçevesinde ittifak yapmasıdır. Devlet merkezli kalkınmanın, yasanın, uluslararasılaşmanın, ataerkilliğin toplumsal alanlara içkin kıldığı nesnel şiddet ancak bu şekilde altedilebilir ve şiddetsizlik kurumsallaşabilir.
Kaynakça
Altan, Mehmet. “Batı’da Faşizm, Doğu’da Özerklik mi?” t24, 30 Nisan 2014.
Barış İçin Kadın Girişimi, Barış İçin Çözüm Raporu https://dl.dropboxusercontent.com/u/2389990/bikg%20raporu_2014.2.3.pdf
Bell, Christine “Peace Agreements: Their Nature and Legal Status”, The American Journal of International Law, Cilt: 100, No:2, s. 373-412, 2006.
Bell, Christine ve Catherine O’Rourke, “Peace Agreements, Civil Society and Participatory Democracy”, International Political Science Review, Cilt: 28, No: 3, s. 293-324, 2007.
Borneman, John. “Reconciliation after Etnic Cleansing” Public Culture, cilt:14, no:2, s. 281-304, 2002.
Chakrabarty, Dipesh. Provincializing Europe: Postcolonial Thought and Historical Difference. Princeton, Princeton University Press, 2000.
Harborn, Lotta, Stina Högblach and Peter Wallensteen, Journal of Peace Research, Cilt: 43, No:5, s. 617-631, 2006.
Küçük, Bülent. “What is a Democratization Package Good For?” http://www.jadaliyya.com/pages/index/14685/what-is-a-democratization-package-good-for
Lowe, Lisa ve David Lloyd. The Politics of Culture in the Shadow of Capital. Durham, Duke University Press, 1997.
Madra, Yahya ve Ceren Özselçuk “Demokratik Özerkliğin Ekonomik Modelleri Nedir ve Nasıl İnşa Edilebilirler?” http://www.surplusthought.net/ymadra/VanSONT.pdf
Russ, Fiona. Bearing Witness: Women and the Turth and Reconciliation Comission in South Africa, Londra, Pluto Press, 2003.
Taylor, Diane. “You Are Here: the DNA of Performance” TDR, Cilt:46, No:1, s. 149-169, 2002.
Üstündağ, Nazan. “Dünyada ve Türkiye’de Barış Süreçleri I, II, III” Özgür Gündem Gazetesi.
Yüksel,Seda ve İrfan Aktan Söyleşi “Kürt sermayesinin siyasî yönelimi”, Perspectives: Siyasi Analiz ve Yorum, 8, 2014.
Williams, Gareth. The Other Side of the Popular: Neoliberalism and Subalternity in Latin America. Durham, Duke University Press, 2002.
Yörük, Erdem. The Politics of the Turkish Welfare System Transformation in the Neoliberal Era: Welfare as Mobilization and Containment. Johns Hopkins University, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
[1] Ulus devlet ve sermayeyi merkezine alan tarih anlatılarının eleştirisi için bkz. Dipesh Chakrabarty, Provincializing Europe: Postcolonial Thought and Historical Difference, Princeton, Princeton University Press, 2000.
[2] Böyle bir bakış açısına örnek olarak bkz. Lisa Lowe ve David Lloyd, The Politics of Culture in the Shadow of Capital, Durham, Duke University Press, 1997.
[3] Erdem Yörük, The Politics of the Turkish Welfare System Transformation in the Neoliberal Era: Welfare as Mobilization and Containment, Johns Hopkins University, Yayınlanmamış Doktora Tezi.
[4] Bkz. John Borneman, “Reconciliation after Etnic Cleansing” Public Culture, cilt:14, no:2, s. 281-304, 2002.
[5] Arjantin için bkz. Diane Taylor, “You Are Here: the DNA of Performance” TDR, Cilt:46, No:1, s. 149-169, 2002. Güney Afrika için bkz. Fiona Russ, Bearing Witness: Women and the Turth and Reconciliation Comission in South Africa, Londra, Pluto Press, 2003.
[6] Güney Afrika’da uluslararsı ambargo, Arjantin’de Falkland savaşındaki yenilgi ve cunta tarafından kaybedilen Fransız rahibelerin cesetlerinin Uruguay sahillerinde kıyıya vurması, Guetamala’da ise yerli lider Rigoberto Menchu’nun tanıklığının Avrupa’da basılması barış süreçlerinin başlamasında önemli rol oynamıştır.
[7] Türkiye devleti ile PKK arasında başlayan barış sürecini hazırlayan şartlar arasında hem Zap Harekatı’nın başarıya ulaşmaması ve 2012 yazında gerçekleşen yoğun savaş ve bu savaşta iki tarafın da büyük kayıplara uğraması, hem değişen Ortadoğu bağlamı ve Güney Kürdistan’la gelişen ticaret, hem de Sivil Kürt Siyaseti ile İnsan Hakları ve Sivil Toplum Örgütlerinin çabası bulunmaktadır.
[8] Gareth Williams, The Other Side of the Popular: Neoliberalism and Subalternity in Latin America, Durham, Duke University Press, 2002.
[9] Özellikle terörizm konusunda uzlaşmış yazarlar ve dergiler barış süreçlerinin savaş sırasında kontrol edilemeyen grup ve alanların kontrol edilmesinde önemli bir rol oynayacağını belirtirler.
[10] Nazan Üstündağ “Dünyada ve Türkiye’de Barış Süreçleri I, II, III” Özgür Gündem Gazetesi.
[11] Bu husus Kürt Silahlı Hareketi’nin Liderlerinden Bese Hozat, Cemil Bayık, Duran Kalkan, Murat Karayalçın ve Mustafa Karasu tarafından çokça dile getirilmiştir.
[12] Türkiye’de barış süreci başladığından beri bu görüş en sıklıkla Aleviler ve liberal aydınlar tarafından belirtildi. Örnek olarak bkz. Mehmet Altan, “Batı’da Faşizm, Doğu’da Özerklik mi?” t24, 30 Nisan 2014.
[13] Christine Bell, “Peace Agreements: Their Nature and Legal Status”, The American Journal of International Law, Cilt: 100, No:2, s. 373-412, 2006.
[14] Ibid.
[15] Ibid. Lotta Harborn, Stina Högblach and Peter Wallensteen, Journal of Peace Research, Cilt: 43, No:5, s. 617-631, 2006.
[16] Bell, 2006.
[17] Paketin bu bağlamda kapsamlı bir eleştirisi için bkz. Bülent Küçük, “What is a Democratization Package Good For?” http://www.jadaliyya.com/pages/index/14685/what-is-a-democratization-package-good-for
[18] Christine Bell ve Catherine O’Rourke, “Peace Agreements, Civil Society and Participatory Democracy”, International Political Science Review, Cilt: 28, No: 3, s. 293-324, 2007.
[19] Örneğin Barış İçin Kadın Girişimi Olarak kaıldığımız Çözüm Komisyonu oturumunda yaptığımız BM 1325 Tavsiye kararına vurgu AKP’li vekiller tarafından bu minvalde eleştirilmiştir. Bkz. Barış İçin Kadın Girişimi Barış İçin Çözüm Raporu https://dl.dropboxusercontent.com/u/2389990/bikg%20raporu_2014.2.3.pdf
[20] İbid.
[21] Seda Yüksel, İrfan Aktan Söyleşi “Kürt sermayesinin siyasî yönelimi”, Perspectives: Siyasi Analiz ve Yorum, 8.
[22] Yahya Madra ve Ceren Özselçuk “Demokratik Özerkliğin Ekonomik Modelleri Nedir ve Nasıl İnşa Edilebilirler?” http://www.surplusthought.net/ymadra/VanSONT.pdf