“Farklılarımızla Beraber Yaşamak ya da Bizi Bu Fark Yaraları Öldürür” Sıcak Haziran içinde. Nuray Sancar (ed.). Istanbul: Evrensel Yayınevi. 2013: 244-264.
Farklarımızla Beraber Yaşamak ya da “Bizi Bu Fark Yaraları Öldürür[1]”
Gezi Parkı Direnişi sırasında ve sonrasında direnişe katılanların sürekli gündemlerinde olan konulardan bir tanesi direnişin, şimdiye kadar biraraya gelmekten imtina etmiş, hatta birbirlerine açıkça düşmanlık beslemiş grupları biraraya getirmiş olmasıydı. Feministler ve taraftarlar, Kürtler ve ulusalcılar, LGBT bireyler ve “makul” olmayan herşeye olabildiğince ön yargılılar, tezgahtarlar, garsonlar ve plazacılar, laikler ve Müslümanlar, hepsi “farklarına” rağmen alandaydı, alanın sahipleriydi.
Alanın -uzun yıllardan beri alışılmış ikilemlerinin daralttığı Türkiye siyasetinde eşitlik ve adalet tartışmaya çabalayan- “politikleri” için bu gerçek, Taksim’in işgal edilmesi kadar büyük bir başarıydı. Gezi ayaklanmasını hayatının ilk siyasi eylemi olarak nitelendirenler için ise bu birliktelik, hakiki bir dönüşüm, bir öğreti, bireyi kökten değiştiren bir deneyim niteliğindeydi. Bu yazıda amacım Gezi’ye atfedilen bu “farklılıklarımıza rağmen birarada yaşama” başarısını irdelemek. İddiam Gezi Direnişi’nde yaşanan deneyimin, tolerans, eşitlik ya da empati gibi bugüne kadar bildiğimiz “farklılıklarla” başetme türlerinin hepsinin ötesine geçtiği. Gezi’de kurulan mekansallıklar birbirimiz ve kendimiz ile yeni bir şekilde ilişkilenmemizi sağladı. Bu yeni ilişkilenme biçimi ise siyasi tahayyülerimizi, bugüne kadar ki siyaset yapış biçimimizi baştan başa yeniden düşünmemizi gerektiriyor.
Tarihsel Arka Plan ya da Gezi Parkı Direnişi’nde Kimler Vardı?
Gezi Parkı Direnişi ya da Gezi Parkı Halk Ayaklanması, bugün artık sıkça dillendirildiği gibi, Türkiye’de son birkaç yıldır birikmiş olan çok çeşitli memnuniyetsizliğin ve dışlanmanın kesişmesi sonucunda ortaya çıktı. Bir yanıyla, inşaat merkezli yağmaya ve büyümeye, şehrin sürekli olarak sermayeye peşkeş çekilmesine ve kamusal alanların tamamının özelleştirmesine yönelik bir tepkinin dışa vurumuydu. Bir yanıyla ise, yine sermaye merkezli bir büyüme ve bürokratikleşmiş bir iktidar ve idareye karşı kendi sesi olmayan ağaçların, doğanın korunması eylemiydi. Aynı zamanda Gezi Parkı Ayaklanması uzun bir süredir neoliberal mekan, zaman ve iş düzenlemeleri ile yalnızlaştırılmış, birbirinden koparılmış ve bireyselleştirilmiş, şehri seçkin-leştirme ve aileyi güvenli-k-leştirme politikaları ile sitelere ve alışveriş merkezlerine kapatılmış insanların, birbirlerine mıknatıs gibi çekilmesinin ve dokunmasının adıydı ki Beşiktaş taraftar grubunun Çarşı Yalnızlığa Karşı pankartı belki de bu yüzden alanın en sevilenlerinden olmuştu.
Öte yandan, bir kaç yıldır, önce Kürt göçmenlerin şehirleri mesken tutmasıyla, sonra ise Kürtler, solcular ve insan hakları aktivistlerinin eylemliliğinin şehrin diğer “sakinlerine” sıçramasıyla kanıksanmış mevzisini yani Kürdistan’ı aşarak Taksim ve çevresinde de doğallaşan polis şiddeti ve devlet terörü meselesi vardı. Nitekim Gezi Ayaklanmaları sırasında ve sonrasında mülakat yapılanların birçoğu, 30-31 Mayıs günlerinde alana çıkmalarının sebebini orantısız şiddet kullanılmasına tepki olarak belirtiyorlardı. Üstelik bu şiddet sadece fiziksel değildi. Türkiye’de çok çeşitli kesimler uzun zamandan beri hükümetin dışlamalarını, “had” bildirmelerini, hiçe saymalarını şiddet olarak yaşıyordu. Türkiye’de marjinalleştirme, kendine benzemeyeni “akıl dışılaştırma”, makullükten topyekün uzak tarifleme, kriminalize etme, bastırma, kamusal alandan atma; bunların tamamı Cumhuriyet’in kuruluşundan beri iktidarların kullandığı taktiklerdi. Ama Başbakan bu taktikleri yeni bir aşamaya taşımıştı: AKP iktidarında kendini görmeyen, görmek istemeyen, AKP ile kimliksel ilişkiye girmeyen, hemhal olmayan “nankörleri” (son zamanlarda twitter’da #neyinizeksik sorgusuna maruz bırakılanları), yani Türkiye’nin diğer yüzde ellisini topyekün marjinalleştirilmeyi iş edinmişti. Kürtler, kadınlar, Aleviler, LGBT’ler ve laikler her daim süpheli, her daim “sapkındılar.” AKPlileşmiş medya, meclis, yargı, hastane, üniversite ve iş dünyasında insanlar belki illa yaşam alışkanlıkları açısından değil ama, siyasi görüş açısından sürekli töhmet altındaydı.
Ayrıca unutmamak gerekir ki Türkiye’nin Ocak ayından beri girmiş olduğu “çözüm” süreci sayesinde silahlar susmuştu. Gezi ayaklanmasını, Kürdistan’da savaş sürerken, hergün bir ölüm kalım meselesi iken ve Türkiye kamusal alanı yıllardır olduğu gibi yine tüm zehrini Kürtler’den nefrete doğru akıtırken, değil gerçekleştirmek, düşlemek bile mümkün değildi. Ancak süreç kamusal alanda belliki dengeleri değiştirmiş başka türlü rahatsızlıkları, isyanları, ezilmişlikleri ifade etmenin alanını aralamıştı. İşte Haziran boyunca Türkiye’de bugüne kadar tariflenmiş ya da tariflenmemiş onlarca kimlik o aralıktan akarak parkı ve meydanı doldurdu.
En başta da belirttiğimiz gibi Gezi Ayaklanmalarına katılmanın sebepleri bu kadar çeşitli olunca; elbette katılımcılar da çok çeşitli oldu. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki katılımcıların birçoğu “farklılıklarla bir arada durmak” konusunda deneyimsiz değildi. Türkiye muhalif alanları -aşırı-ulusalcılar ve aşırı-laikçiler hariç- zaten uzun yıllardır çeşitli birliktelik, ortaklık ve koalisyon deneyimlerine dayanıyordu. Daha Ekim ayında, bu sefer açlık grevindekileri desteklemek amacıyla Kürtler, solcular, LGBTler ve feministler birarada düşünmüş, toplanmış ve eylemişlerdi. Blok milletvekilleri olarak parlamentoya girenlerin çoğunluğu BDP’li olmasına rağmen, mecliste sadece Kürtlerin değil tüm ezilenlerin temsilcisi olmaya gayret etmişlerdi. Yine bundan birkaç sene önce Ankara meydanlarında Tekel işçileri bir başka çoğulluk sınavından başarıyla çıkmıştı. Kadınlar 30 yıldır feminist-sendikalı, Kürt-Türk, Müslüman-ateist, başı kapalı-açık, heteroseksüel-lezbiyen topyekün şiddete, baskıya ve sömürüye karşı “omuz omuza” mücadele ediyordu. Üstelik yukarıda saydığımız mücadelelerin tamamında Türkiye siyasi alanının asli ezilenlerinden olanlar (örneğin Kürtler, LGBTliler ve feministler) örgütlüydü, güçlüydü. Deneyimsel, ideolojik ve örgütsel anlamda muhalif alanın merkezinde duruyorlar, belirleyici rol alıyorlardı. Yani bir bakıma, Gezi ayaklanmalarına katılanların çoğulluğu beyaz Türk ve erkek bir merkeze değil; Kürt, feminist ,solcu ve LGBT bir merkeze göre bir çoğulluk idi.
Kısacası muhalif siyaset cephesinden baktığımızda Gezi Ayaklanmalarına gelindiğinde özellikle kimliksel “farklılıklarla birarada durmak” konusunda ciddi bir yol kat edilmişti. Nitekim direniş boyunca ve sonrasında çeşitli grupların ilişkilerini düzenlemek, alanda çıkan çatışmaları çözmek, toplumsal barışı gündemleştirmek, ayrımcılıktan arınmış bir dil yaratmak konularında bu deneyim yol gösterici oldu. Ancak elbette Gezi’de yaşanan karşılaşmalar bugüne kadarki deneyimi çok aşan düzeyde ve yoğunluktaydı.
Teorik Arka Plan ya da Neyin Farkı?
Yirminci yüzyılın son çeyreğinde sosyal bilimler ve siyaset felsefesinin en sık tartıştığı konulardan biri “fark” sorunsalı olmuştur. Fark meselesinin gündeme gelmesinin çok çeşitli siyasi ve teorik sebeleri bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, yüzyılın başından beri temel çelişki olarak ilan edilmiş sınıf çelişkisinin bir yandan gündelik hayatta beklenen türde çatışmaları yaratmaması bir yandansa, gözlemlenen çatışmaların bir çoğunu açıklayamamasıdır . Örneğin, yüzyıl boyunca, çeşitli bağlamlarda proleterya ve burjuvazi beklenmedik ittifaklar kurmuş; öte yandan dünya işçi sınıflarının birleşik mücadele düşü tekrar tekrar bozulmuştur. İşte “kimlik,” öncelikle Marksist paradigmanın açıklamakta zorluk çektiği bu tür oluşumları anlamak için kullanılan bir analitik araç olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna göre cinsiyet kimliği ya da etnik kimlik gibi kimlikler insanların yaşam deneyimlerini çeşitlendirmekte ve çetrefilleştirmekte ve böylelikle çatışma alanlarını çoğullaştırmaktadır.
Nitekim 20.yüzyılda süren mücadelelerin birçoğu sınıf dışında başka çelişkileri açığa çıkarmıştır. Feminist mücadele, sömürge karşıtı mücadele, ırkçılığa, milliyetçiliğe ve faşizme karşı mücadeleler; modernite deneyimini biçimlendiren yegane gücün kapitalizm olmadığını, oryantalizm, patriyarka, heteroseksizm ve ulus devlet yapısının da toplumsallığı ve ezme ezilme ilişkilerini belirlemede temel rol oynadığını göstermiştir. Böyle bir çerçevede kimliksel “fark” dünyayı kuran hiyerarşik ilişkiler karşısında eşitsiz konumlandırılma ve konumlanma hallerini tarifler.
Moderniteye damgasını vuran ideolojiler “fark” meselesiyle “farklı” şekillerde ilişkilenmişlerdir. Liberaller farkların özel yaşam dışında anlamının olmadığı, kamusal yaşamda herkesin soyut bir “vatandaşlık” tanımı üzerinden eyleyebileceği bir dünya düşler. Liberalizme göre kanunlar kadın-erkek, beyaz-siyah ayrımları karşısında kör kalarak ataerkillik veya ırkçılığı aşmalıdır. Devlet tüm kimliklere eşit mesafede olmalı, kimlikler kendilerini yeniden üretebilecek araçları özel yaşamdan kotarmalıdır. Bu esnada vatandaş denilen sözde soyut kimliğin esasen her zaman bir içeriği olduğunu (örneğin erkek, Sünni, Türk) ve “farkın” ona görece ortaya çıktığını görmezden gelirler. Marksizm de “farkların” aşılabildiği ve ortak düşmana karşı birleşilebilen bir mücadeleye yatırım yapar. Kimliksel farkların siyasi olarak işlevsizleşmesini ve nihayet “esas” konuya gelinmesini arzular.
“Fark” meselesini ciddiye alan örneğin radikal demokrasi teorisyenleri içinse fark aşılması gerekli bir engel değildir; ne de özel alana hapsedilebilir. Farklılık, başka çıkarları, hafızaları, öznellikleri, sömürme biçimlerini ve yaşam şanslarını açığa çıkarır. Her fark bir mücadelenin temelidir. Her fark br toplumsal çatışma alanının ismidir. Böyle bir bakış açısında örneğin kadınlar ve erkekler öncelikli olarak ortak bir amaç uğruna birleşme potansiyalini taşıyan gruplar olarak düşünülemez. Tam tersine: kadınlar ve erkekler çatışma ve çelişki içindedir. Kadınların özgürleşmesi erkekliğin yenilmesine, patriyarkanın yıkılmasına ve cinsiyet eşitlikçi bir düzenin tesisine bağlıdır. Bu kanunla değil mücadeleyle olur. Ya da örneğin Kürtlerin özgürleşmesi, Türkiye ulus devletinin tasfiyesi ve Türklüğün bildiğimiz anlamda yerle bir olarak herhangi bir etnik kimliğe indirgenmesine bağlıdır. Ortak düşman sahibi olmak bu farkları aşılır kılmaz, tam tersine genelde ortak düşman ilüzyonu dahi ancak güçlü olanlar, farkları görmezden gelebilme lüksüne sahip olanlar tarafından sürdürülebilir. Örneğin ondandır ki Gezi ayaklanmaları boyunca Kürtler hiç bir zaman gönül rahatlığıyla AKP’yi düşman ilan edememiştir. Türkler ise bu konuda kendilerinde Kürtlere “kızma” hakkını görmüşlerdir.
AKP ve Farklar: Hane, Mülk ve Vatan
AKP iktidara geldiği andan itibaren “fark” meselesini ciddiye alan bir parti oldu. Fark meselesi söz konusu olduğunda belki de Türkiye’de batıcı anlamıyla liberal olan ilk ve tek parti olduğu bile söylenebilir. Çünkü kendiliğinden homojen bir toplum var saymadı. Kürtlerin, kadınların, başörtülülerin, engellilerin hatta Müslüman olmayanların farklı öznelliklerini, deneyimlerini ve ihtiyaçlarını tanıdı; bunların düzenleneceği bir dünya yaratmaya kalkıştı. Zaten tam da bu yüzden bu gruplardan olup da kendini AKPli hissetmeyenlere neredeyse naif bir şaşkınlık ve kinle baktı.
AKP farklılıkları reddetmek yerine düzenlemeyi, üretken bir biçimde kendi iktidarına eklemlemeyi amaçladı. Bu uğurda öncelikle yeni bir zamansallık, yeni bir tarihsellik , yeni bir hafıza üretti. Bu hafızaya göre AKP iktidarına kadar farklar ezilme nedeni olmuştur ancak aynı dertten müzdarip bir tabanın çıkardığı siyaset olarak AKP siyaseti aynı hataya düşmez. Tam tersine farkların önemli olmayacağı bir kamusal alan inşa etmeye çabalar. Bizim için işte daha önemlisi bu kamusal alan ve onun “özel” olan ile ilgisinin nasıl kurulduğudur.
AKP iktidarının en büyük yeniliği farklılıkların kapsanabileceği/tehlikesileşeceği/aynılaşacağı bir coğrafya ve mekansallık üretmesidir. AKP’nin “farklılıklarımız zenginliğimizdir” Türkiye’sinde, vatan, mülk ve hane, farklılıkların mekansal olarak nasıl regüle edileceğine/düzenleneceğine dair yönetimsel haritayı oluşturuyor. Şöyle ki: Aile erkeklerin ve kadınların makbul öznelliklerini oluşturan, kültürel ve biyolojik yeniden üretimi sağlayan yapıdır ve ihtiyaç duyduğu mekanı mülkleşme, mülklüleşme sayesinde edinir. Mülk aynı zamanda ailelerin birbirleriyle ve devletle ilişkilerini regüle eder. Mülkler bütünü vatanı, aileler bütünü ise milleti oluşturur. İnsanlar bu yapıların içine çekilirler çünkü bu yapılar “doğru”, “ahlaklı” , “adil” ve “üretkendir”.
Mülk, vatan ve aile dışında mekanlar ve bunları üretenler ise şiddet ve yasa ile cezalandırılırlar. Devlet insanlara ya millet, ya aile bireyi ya da mülk sahibi olarak seslenir. Diğer kimliklerindeki farkı bilir ama umursamaz. Makbul olmak için Türk ya da Sünni olmak gerekmez. Yeter ki anne, baba, mülk sahibi ya da millet olarak seslenilebilsin. Ancak AKP’nin liberal düşü de tüm liberal düşler gibi hayal kırıklığı yaratmaya mahkumdur. Çünkü AKP ister umursasın ister umursamasın, Türk ya da Sünni olmayanların öznellik durumu, hafızası, alışkanlıkları farklı olduğundan, zaten aslında baştan bu mekanlarda eyleyemeyecek, o yüzden de göze batacak, cezalandırılacaktır. Kürtler örneğin, AKP’nin makbul ailesini kuramaz; göç mağdurudur, dağda çocuğu vardır. Aleviler sermaye ilişkileri içine giremez, mülk sahibi olamaz. Kadınlar kendilerini millet içinde göremezler. Yeni farklar ortaya çıkar, farklar yeni isimler alırlar, eski farklar derinleşirler. Farklı oluşunu kamusal alanda sergileyenler ve konu edenler ise farkları çoktan tanımış olduğunu iddia eden AKP için “farklı” değil “terörist”, “anarşist” ya da en iyi ihtimalle “gençtir”. Kısacası AKP için mesele herkesin tüm farklarına rağmen AKP’nin kurduğu neoliberal mekanlarda var olabilmesidir. Olamayan marjinalleşir.
İşte aslında Gezi Direnişinin yeniliği, ya da radikal muhalefeti farkları tanıması ya da “farklılıklarla birarada yaşanan” bir ortamın kurulması değil: farklılıkların sergilenebileceği yeni bir mekansallık yaratması, millet yerine “halk”; hane, vatan ve mülk yerine, eylem, müzakere ve hafıza mekanları kurmasında. Aşağıda Gezi’de yaşanan üç farklı coğrafi deneyim ve üç farklı mekansallıktan bahsedeceğim. Bu coğrafi deneyimleri çatışma/eylemsellik, işgal/müzakere ve turizm/hafıza olarak kategorize ediyorum. Gezi süreci’nde mülk, vatan ve hanenin yerini eyleyiş, müzakere ve hafıza mekanlarının aldığını iddia ediyorum. Bunların aynı zamanda Gezi Ayaklanmasında “farklarımızı” nasıl deneyimlediğimizi de açığa çıkaracağını umuyorum. Bir diğer deyişle farkların nasıl birarada olabileceğine dair yeni tahayyüller barındırdığını söylüyorum.
Çatışma: Barikat Yoldaşlığı ya da Kırılgan Bedenler Eylerken
30-31 Mayıs’ta tüm Taksim’de, daha sonraki günlerde ise ağırlıkla Gümüşsuyu ve Beşiktaş’ta süren çatışmaları birbirine anlatırken, insanların genellikle vurguladığı şeylerden biri çatışmaya katılanlar arasında yer alan beklenmedik gruplardı. Muhalif olarak bilinen ve sola yakın gruplar genellikle plazadan gelenleri ya da süslü, makyajlı genç kadınları anlatıyordu. Örgütsüzler Çarşı’dan söz ediyor, Çarşı LGBT’ler ve feministlerin direngenliğinden bahsediyordu. Nitekim daha sonra kurulacak forumlarda söz alanlardan bir kaçı şimdiye kadar yanına bile yaklaşmaktan gocunduğu “translarla” mücadelede birarada durmanın hazzından dem vuracak, onlara “delikanlı” yakıştırması yapıp erilleştirerek anlam dünyasına katacaktı. Bir diğer deyişle daha en baştan Taksim direnişi hem eyliyor hem kendini seyrediyordu ve en çokta “farklılıklarıyla birarada” durma haline, beklenmedik mücadele birlikteliklerine, çatışma esnasında oluşan “barikat yoldaşlığına” hayran kalıyordu.
Gerçekten de Gezi Parkı ve Taksim Meydanı’nın 15 gün süren işgalini/halka iadesini/halklılaştırılmasını sembolik ve fiziki olarak mümkün kılan; işgali ve isyanı kendi kendimize temsil etmemizi sağlayan en önemli yapının barikatlar olduğunu söylemek sanırım doğru olacaktır. Barikatlar tıpkı başka siyasi yapıların “sınır” mıntıkalarına benzer biçimde, hem verilmiş mücadelenin hafızasını taşıyor ve devamlılığını simgeliyor hem de beklenmedik tanışıklıklara ve karşılaşmalara sahne oluyordu. Hem kendi kurallarını ve alışkanlıklarını üretiyor hem de -işgal edilmiş alanı korumaktan çok daha fazla- yaşanmış çatışmayı anıtsallaştırıyordu. Barikatlarda yaşanan karşılaşmalar sadece etnik ve cinsiyet eksenli değildi: sınıfsaldı da. Örneğin Gezi uğruna işlerinden istifa etmiş tezgahtarlar ve atölye çalışanları ile öğrenciler, esnaf ile solcu emekçiler barikatlarda birlikte nöbet tutuyor, uyuyor, yiyor, içiyordu. Kaskı, maskesi olmayanın yanında kask ya da maske sahibi olmak utanç kaynağıydı. Az ama ortak yeniyordu. Uykusuzluk, yorgunluk, açlık, saldırı tehditi altında olmak; tüm bunlar, “farkları” siliyor, ortaklaştırıyordu. Bu ortaklık bir üst kimlikte değil bedenin tekil kırılganlığı ve direngenliği ekseninde gerçekleşiyordu. Bir diğer deyişle çatışma ve barikatların eyleyiş mekanlarında herkes bedenin basit ve yadsınamaz sonluluğunda duygudaşlık yaşıyordu.
Daha sonraları birçok kişi Gezi Parkı’nda ve Taksim Meydanı’nda bulunmayı aşık olmaya benzetecekti. Hakikatende çatışmalarda ve barikat başlarında yaşanan karşılaşmalar ve “farkın” hem tedirgin edici hem de baştan çıkarıcı deneyimlenişi aşka benziyordu. Elele tutuşan ve birinde BDP diğerinde Türk bayrağı bulunan çiftin gazdan kaçan fotoğrafı belki de bu yüzden büyük yankı buldu. İnsanlar çatışmalar boyunca tıpkı aşkta olduğu gibi kırılgan bedenlerini, tekilliklerini ve tüm kategorik kimliklerden sıyrılmış o anda biçimlenen deneyimlerini paylaşıyorlardı. Farklarını ne saklıyor, ne aşıyor ne paranteze alıyorlardı. Ötekiliğin bilgisini, o anda, o aciliyet içinde o anın gerekliliğinde kullanıyor ve harcıyorlardı. Kürtlerin çatışma deneyimi mesela, Çarşı’nın kolektif aklı, LGBT’lerin risk kültürü hepsi aynı anda eyliyor, birbirine bulaşıyordu. Aşk gibi. İşte bu farkları biriktirmeyen doğrudan harcayan, bedenin kırılganlığında eyleyerek ortaklaşan barikat yoldaşlığı, Gezi Direnişi deneyiminin ve hafızasının ve dünyaya katabileceği yeni siyasi tahayyülün anahtarı…
Ancak bu tür bir öznellik biçimi, bu birbirine düşkünlük, bu Barikat Yoldaşlığı sadece “çatışma” sırasında tam anlamıyla yaşanabilen bir şeydi. Ondandır ki barikatlar alan tamamen alındıktan sonraki günlerde dahi tekrar tekrar Beşiktaş’a, Gümüşsuyu’na aktı, her “gaz” haberiyle şenlendi, her polis görüntüsüyle coştu. Barikatların ardında ise yeni bir yaşam örgütleniyordu.
İşgal: Gezi Kardeşliği ya da Müzakere
Bilindiği gibi Gezi Parkı ve Taksim Meydanı işgal edildikten sonra çok çeşitli gruplar alanda kalmaya başladılar. Bunların arasında hemen hemen bütün solcu siyasetler olduğu gibi, çevreciler, feministler, dergi çevreleri, LGBT derneklerinin tamamı, üniversiteler ve bağımsızlar bulunuyordu. Alanda bulunan bu çok farklı grupların tamamı kendi çadırlarını ya da masalarını kurdular ve kendi bayraklarını, flamalarını ve pankartlarını astılar. Bu dönem aynı zamanda Taksim Dayanışması toplantılarının da gittikçe kalabalıklaştığı ve tüm grupların Dayanışma içinde temsil edilmeye başladığı dönemdi.
Bugüne kadar yazılmış birçok yazı Park’ta ortaya çıkan komün yaşam biçimini konu etti. Hakikaten de parkın bir kısmında çeşitli gruplar birlikte üretip, birlikte tüketerek Park’ta farklı bir ekonomi politiği ortaya çıkarttılar. Ancak bu 15 günlük işgal yaşamının en heyecan verici deneyimi olsa da, alana damgasını vurmaktan uzaktı. Alana damgasını vuran görüntü her bir grubun kendi yaşam alanını oluşturması ve kendini semboller (bayrak, müzik, pankart, broşür) üzerinden var etmesi, gelen geçeni kendine maruz bırakmasıydı.
Bir diğer deyişle Gezi Kardeşliği öncelikli olarak liberal bir çokluğun icrasıydı. Orada olmayan ancak orayı tahayyül düzeyinde biçimlendiren bir devlete göreceli konumlandırılmış, içine kapanık onlarca siyasetin birbirlerine tolerans gösterdiği ve kelimenin tam anlamıyla “farklarıyla yanyana” durduğu bir alandı Gezi.
Ancak ilk bakılıdığında sadece liberalce yan yana duruyormuş gibi görünen gruplar aslında sürekli bir müzakere içindeydi ve alanın belki de kolektif üretimin yanı sıra en heyecan verici yanı bu sürekli müzakere haliydi. Saat başı Kürtlere örneğin, saldırılar oluyordu. Üstlerine Türk bayraklarını sallayanlar. Ancak devletin olmadığı, devlete güvenilemeyen bu alanda, Kürtleri taciz edenler onlarla müzakereye girmek, tartışmak, kavga etmek ve hatta kaynaşmak zorunda kalıyordu. Devletin ataerkilliğine güvenemeyen erkekler, feminisitleri dinlemek, LGBT’lerin uyarılarına kulak vermek zorunda kalıyorlardı. Cinsiyetçi diller, ırkçı diller, ayrımcı diller, kadınlar, Kürtler, solcular tarafından eleştiriliyor, müzakereye davet ediliyordu. İşte tam da böyle bir durumda Türklük ve Kürtlük eşitleniyor, ikisi de kendi bayrağı, lideri olan birer etnik kimliğe indirgeniyordu. Onları birleştiren, birini daha güçlü kılan bir devlet olmayınca alanlar vatan değil müzakere alanları oluyordu.
Gezerken: Direniş Turizmi ya da Hafıza Mekanları
Gezi Parkı Direnişi boyunca iki buçuk milyona yakın kişinin bir ya da daha fazla kere alana çıktığı söyleniyor. Bu kişilerin büyük bir kısmı işgal sırasında alanda “yer tutmadılar,” bir bölümü ise hiçbir çatışmaya katılmadı. Bu kişilerin alana gelişi daha fazla “turistik” bir ziyaret gibiydi ve alan gerçekten de turistik bir göze hitap edecek şekilde düzenlenmişti. Bir yanda direnişin eylerken anıtlaşan materyal dünyası vardı: barikatlar, sloganlar, POMA, boyanmış otobüsler vs. Bir yanda merakla incelenebilecek siyasi kabileler: bayraklar, standlar, pankartlar ve broşürler. Bir yanda ise karnaval havası: kuralların askıya alındığı kapalı bir alanda içki, eğlence, muhabbet ve beklenmedik karşılaşmalar. Böylelikle alan 21. Yüzyıl insanının “farkla” tehlikesiz ve kontrol edilebilir şekilde karşılaşmasının bilindik türü turizm aracılığıyla şimdiye kadar Kürtlere, solculara, feministlere ve LGBT’lere hiç maruz kalmamış kalabalıklara yeni bir dünyanın kapsını araladı. Üstelik bu kapıdan girenler hafızalarında yer etmiş onlarca şeyle yepyeni bir bağlamda karşılaştılar. Abdullah Öcalan’ın, Deniz Gezmiş’in, İbrahim Kaypakkaya’nın posterleriyle süslenmiş alanda, 1 Mayıs anılarına direnişin yeni sembolleri karıştı. Birbirinden uzakta duran bir dolu “farklı” geçmiş aynı anda icra edildi üstelik de eylemin, eyleyişin, müzakerenin yanı başında… Gezi Direnişi’nin böylesi kısa sürede kendi geçmişini temsil edecek simgeleri, imajları, maddeleri oluşturması ve geçmişin çoklu sembolleriyle biraraya getirmesi, Türkiye’de herkesin kendine göre tekelleştirdiği “sol” hafızayı demokratikleştirdi.
Sonuç
Taksim Meydanı ve Gezi Parkı 15 gün boyunca birer eylem, müzakere ve hafıza mekanı olarak farkla yaşamanın yepyeni yollarını öğretti bize. Ancak belki de en önemlisi kendimizle aramıza fark koydular. Anneler başka türlü anne oldu meydanda, gençer başka türlü genç, solcular başka türlü solcu, kadınlar başka türlü kadın, taraftarlar başka türlü taraftar…
Ancak Gezi Direnişi tamamen günahsız kalmadı.
Müzakere, eyleyiş ve hafıza mekanlarının özelliği içeride bulunanları tanımlamaksızın, çoğul aktörlüklere, öznelliklere, birlikteliklere izin vermesi. Oysa kimi zaman meydandakiler ya da parktakilerin “biz kimiz?” sorusunu cevaplamaya, böylece parkı aileleştirmeye, mülkleştirmeye ya da vatanlaştırmaya kalkıştıkları da oldu. Bu tür anlar örgütlülerle örgütsüzlerin, bayraklılarla bayraksızların, taş atanlarla şiddetin-her-türlüsüne-karşı-olanların karşı karşıya geldiği anlardı. Üstelik bu ayrımların dayatılması da aşılması da hayal edilen, kurgulanan bir ötekini dışlayarak gerçekleşti. “Biz onlar gibi değiliz” diyenler ve dışarıda kalmış (AKPli? Muhafazakar?) birileri üzerinden “biz” kurgulayıp Gezi’nin sahibi yapmaya çalışanlar oldu. “Onlara benzemeyin” diyenler. “Milli irade” mitinglerine katılanlarla alay edenler. Bu dışlama aracılığıyla barikatları akışkan, akan bir şeyden çıkartıp sabitleştirmeye kalkışanlar.
Bu yazıda farkların ancak eyleyerek, müzakere ederek, hatırlayarak, belgeleyerek ve hatırlatarak yaşanabilir olacağını iddia ettim. “Biz” sınırları konulmadığı ve tanımlanmadığı ölçüde açık, açılabilir, katılınabilir, yani siyasi ve toplumsal kalacak. Mülksüz, vatansız, hanesiz…
[1] Ali Teküntüre’nin yazdığı ve Müslüm Gürses’in seslendirdiği Dost Yaraları isimli şarkının içinde geçen ifadeye atfen kullanılmıştır.