03.05.2012 / Diyarbakır
Giriş:
Diyarbakır Cezaevi Gerçekleri Araştırma ve Adalet Komisyonu’nun yürüttüğü çalışma 1980-1984 yılları arasında, Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde tutuklu olarak bulunmuş 5000i aşkın kişiden 500’ünün tanıklığına dayanmaktadır. Tanıklık toplamak, dünyada bugüne kadar kurulmuş olan ve devletin işlediği suçların ortaya çıkartılmasını amaçlayan 30’a yakın resmi hakikat komisyonun hepsinin de kullanmış olduğu ortak yöntemdir. Bu ülkelerin tümünde; toplanan tanıklıklar davalarda kanıt olarak değerlendirilmiştir. Bir çok ülkede ise bu tanıklıkların devlet ve toplum hakkında ürettiği bilgiler, geniş demokratik reformların gerekçesi haline gelmiş ve bu bilgiler ışığında devletin aynı suçları bir daha işlemesini engelleyecek geniş önlemler alınmış ve hukuki, kültürel ve toplumsal düzenlemelere gidilmiştir.
Devlet tarafından işlenen insanlık suçları ve insan hakları ihlallerinin toplumsal sonuçları diğer aktörler tarafından işlenen suçlardan çok daha büyüktür. Geniş toplum kesimlerinin iktisadi, sosyal ve kültürel hayatın dışına atılması, toplumsal ayrışmaların oluşması, genel bir güvensizlik ve şüphe ortamının yaratılması ve benzerleri, bu toplumsal sonuçlardan sadece bazılarıdır. Hakikat Komisyonları’nın üstelendiği sorumluluklardan bir tanesi bu toplumsal sonuçları belgelemek ve bu sonuçları gidermek ya da bunlarla başa çıkmak için izlenmesi gereken yollar konusunda yargı ve yürütmeye tavsiyede bulunmaktır. Örnek vermek gerekirse:
Dünyada kurulmuş olan ilk resmi hakikat komisyonu Arjantin’dedir ve komisyonun 1984’te yayınladığı rapor bugün hala çok çeşitli davalarda kanıt niteliği taşımaktadır. 1976-1983 yılları arasında iktidarda olan askeri cunta rejiminin işkence, yargısız infaz ve gözaltında kaybetme suçlarını ifşa eden rapor sonucunda, Arjantin mahkemeleri, halihazırda sadece suç işleyen askeri ve sivil yetkilileri yargılamakla yetinmemiş aynı zamanda bir çok gizli gözaltı merkezini, sivil toplum kuruluşlarına devrederek müzeleştirilmelerine önayak olmuş, darbe dönemi hafızasını taze tutacak eleştirel sanat eserlerinin desteklenmesine yönelik kararlara imza atmış, “Devlet terörü Mağdurları Anıtı’nın” da bulunduğu bir Hafıza Parkı oluşturmuş ve hatta yeni Arjantin anayasasında devletin gayrımeşru ve gayrıhukuki eylemlerine karşı halkın kendini savunma hakkı’nı garanti altına almıştır. Bir çok gözlemci Arjantin’in devlet suçlarının yarattığı sonuçlarla başa çıkma konusunda örnek alınacak bir vaka olduğunu belirtir.
Öte yandan bilindiği üzere Güney Afrika örneğinde ise resmi hakikat komisyonları yargılamaktan çok toplumun yeniden inşasına yönelmiştir. Güney Afrika’da Hakikat Komisyonları’nın raporları gizli kalmış hakikatlerin; yani devletin ırkçılığın oluşumu ve yaygınlaşmasındaki rolünün ortaya çıkmasına hizmet etmiştir. Toplumdan dışlanmış olan siyahların yaşadıkları mağduriyetleri seslendirebilecekleri ortamlar yaratılmış, siyah nüfus, televizyon ve radyolarda canlı olarak tanıklıklarını anlatmış ve gene birbirine nefret besleyen kesimlerin barışmaları için çeşitli ritueller düzenlenmiştir. Güney Afrika’da hakikat komisyonlarının topladığı tanıklıklar, bunların yaygınlaşması ve devlet trafaından birer tarihsel hakikat nüshası olarak sahiplenilmesi ayrışmakta olan bir toplumun halklarını yeniden birleştirmiş ve yeni bir ortak irade yaratmıştır.
Bu iki örnekte de görülmektedir ki: Belli dönemlerde yaşanmış devlet terörü ve hak ihlalleri söz konusu olduğunda resmi ve gayrıresmi Hakikat Komisyonları’nın topladığı tanıklıklar hem tarihsel birer belge niteliğindedir, hem bir daha aynı şeylerin yaşanmamasını sağlayacak demokratik reformların temelini oluşturur, hem de barışın, huzurun ve kolektif yaşam ve umudun yeniden tesis edilebileceği toplumsal düzenlemelerin nasıl yapılacağına dair ipuçları taşırlar.
Tüm bunların ışığında raporun bu bölümünde, Diyarbakır Askeri Cezaevi’nin toplumsal anlamı ve toplumsal sonuçları tartışılacaktır. Özellikle üzerinde durulacak sorular şunlardır: 1)Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar bize 12 Eylül rejimi ve bu rejimi miras alan 80 sonrası Türkiye devleti ve toplumu hakkında ne gibi bilgiler vermektedir? 2)Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananların burada kalmış olanlar, aileleri ve çevreleri üzerindeki toplumsal etkileri nelerdir? 3)Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan ve benzer şeyler yaşamış ülkelerde “devlet terörü” adı verilen sürecin yarattığı toplumsal zararların giderilmesi hangi yöntemlerle gerçekleşmelidir?
Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar bize 12 Eylül rejimi ve bu rejimi miras alan 80 sonrası Türkiye devleti ve toplumu hakkında ne gibi bilgiler vermektedir?
12 Eylül rejiminin Türkiye tarihinde bir dönemeç olduğu sıkça söylenir. Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yaşananlar (yönetim kadrolarının kimliğinden, uygulanan işkence yöntemlerine; çeşitli devlet kurumları arasında suç işleme, suçu örtbas etme, yalan delil üretme, veya görmezden gelme gibi yollarla kurulan işbirliğinden, üretilen “ırkçı” dile kadar) bize 12 Eylül rejiminin nitelikleri ve sonrasındaki hükümetlere nasıl bir miras bıraktığı konusunda önemli bilgiler vermektedir. Aşağıda kısaca belirtilen konular hakkında ek bilgi toplanmasının sağlanması; bu dönemi aydınlatmak, sorumlularını saptamak ve toplumsal etkileriyle başa çıkmak açısından elzemdir ve yargının getireceği yaptırımlara bağlıdır.
1.Diyarbakır Askeri Cezaevi yönetimi tarafından kullanılan işkence yöntemlerinin büyük bir kısmı, cezaevine getirdikleri kurallar ve baskılar, 1970lerin sonu ve 1980lerin ilk yarısında dünyanın bir çok yerindeki -Arjantin, Şili, Güney Afrika, Endonezya, Tayland vs.- uygulamalarla benzerlik taşımaktadır. Bu açıdan bakıldığında 12 Eylül rejiminin 80’ler sonrasında geliştirilen dünya güçler politikasından bağımsız olmadığı ortaya çıkmaktadır. Ancak darbenin küresel bağlantılarının muğlaklıktan çıkartılması gerekmektedir. Hem Diyarbakır Cezaevi’nde kalmış olanlar, hem yakınları hem de bu cezaevi hakkında bilgi sahibi olanlar, darbenin küresel bağlantıları hakkında çeşitli teoriler üretmektedir. Böylesi muğlaklıklar, 1990lar da yaşananlara da eklenince, bölgedeki belirsizlik ve güvensizlik ortamını arttırmakta ve genişletmektedir. 1980’lerde yaşananların uluslararası bağlantılarının ortaya çıkartılması, Türkiye’nin 2000lerden beri uygulamayı öngördüğü şeffaflık politikasının da gereğidir.
2. Diyarbakır cezaevi ve Diyarbakır Bölgesi olağanüstü hal yönetim kadrolarının bir çoğu aynı dönemlerde aynı okullardan eğitim almış, Kıbrıs harekatına katılmış ve topluca Diyarbakır’a atanmışlardır. Cezaevi’nde sıklıkla Kıbrıs’ta Rum’lara yapmış oldukları işkenceleri ve işlemiş oldukları savaş suçlarını dile getirmiş ve bunlarla övünmüşlerdir. Diyarbakır’da da, Metris’te ya da Mamak’ta olduğu gibi yöneticiler sürekli olarak aynı cümleyi tekrar etmişlerdir “Burada Allah yok, Peygamber izinde.” Tüm bunlar bu kişilerin küresel bağlantıları olan bir merkezi komuta zinciri içinde ortak olarak hareket ettikleri kanısını güçlendirmektedir. Bu şüphenin yargı yoluyla değerlendirilmemesi Türkiye tarihinin muğlak ve karanlık kalmasına sebep olacak, toplumsal barışın önünde engel teşkil edecektir.
3. Komuta düzeyinde yer alanlar ifşa edilmedikleri ve yargılanmadıkları gibi Türkiye tarihinde üst düzeyde görevler almaya devam etmişlerdir. Yani 12 Eylül rejimi sivil hayata geçildikten sonra da son bulmamıştır. Üstelik Diyarbakır Cezaevi’nde kalmış olanlar, yakınları ve çevreleri için; kendilerine işkence eden, işkence edilmesine ön ayak olan, bu yönde emir veren veya telkinde buluna, işkencelere göz yuman ya da örtbas eden kişilerin bölgede veya bölge dışında mesleki hayatlarına devam etmeleri, kamu görevlerinde kalmaları, terfi etmeleri, emekli olmaları yani hiçbir hak kaybetmeksizin hatta tam tersine ödüllenerek devlet kaynaklarından yararlanmaları, Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yaşananların geride bırakılması önünde en büyük engel olmuştur. Tam tersi devlet kademelerinin her alanında, bu kişilerin ve uzantılarının var olması sebebiyle; bölgede, Türkiye devleti’nin meşruiyeti azalmış, 1990’larda yaşanan diğer ihlallerle birlikte ise devlete olan güven ve inanç neredeyse tamamen yitirilmiştir. Tanıklıklarını topladığımız kesimler, yargıdan, faillerin; bağlantıları ile birlikte saptanmalarını, hayatta iseler yargılanmalarını, kamusal haklarından men edilmelerini, hayatta değil iseler isimlerinin ifşa edilmesini ve görevleri süresince işledikleri suçları ortya çıkaracak soruşturmaların başlatılmasını beklemektedir.
4. Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde kalmış olan ve komisyonumuza tanıklık veren kişiler için cezaevi yönetimi tarafından uygulanan işkencelerin ortaya çıkması ve insanlık suçlarının yargılanması gerçekten de çok önemlidir. Ancak burada şunu belirtmek gerekir ki yargılanması istenen kişiler emir komuta zincirinin üst kademesinde yer alanlarla sınırlıdır. Tüm görüşmeciler kendilerine işkence yapan gardiyanların zalimliklerini ayrıntılarıyla hatırlasa da; onları da kurban olarak görmektedirler. Ve hatta işkence yapmanın yapan kişide, işkence görendekinden daha bile büyük yaralar açtığı ve travma yaşattığı görüşündedirler. Kişisel olarak af edip etmedikleri bir yana; kurumsal anlamda emir komuta zincirinin altında yer alan gardiyanları kapsayacak bir affa taraftar oldukları gözlemlenmiştir. Öte yandan açılacak resmi bir soruşturmada cezaevinde görev yapmış gardiyanların ifade vermelerinin sağlanması hem belgeleme, hem geçmişi aydınlatma, hem de toplumsal barışın tesisi açısından yararlı olacaktır, düşüncesindeyiz. Böylelikle 12 Eylül ve benzeri rejimlerin fail/kurbanlar üzerinde yarattığı tahribatı da anlamak mümkün olacaktır.
5. Tanıklıklardan anlaşıldığı üzere Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde, Adıyaman, Diyarbakır, Hakkari, Mardin, Urfa ve Van gibi kentlerde yer alan göz altı merkezlerinde, hastanelerde ve mahkemelerde görev yapan savcılardan, yargıçlara, doktorlardan, imamlara kadar çok geniş bir kesim 1980-1984 arsında cezaevi ve çevresinde baskı üretimi ve işkenceyi gizleme konusunda işbirliği yapmıştır. Tutuklular mahkemelerde kötü muameleye maruz bırakılmış, hareket etmeden saatlerce oturtulmuş, dövülmüş, tekmelenmiş, ihtiyaçlarını salonda ve oturdukları yerde gidermek zorunda bırakılmış, konuşmaları engellenmiş ve hakarete maruz kalmışlardır. Doktorlar ve hemşireler işkencede ölenler hakkında yalan raporlar düzenlemiştir. İmamlar cezaevine getirilmiş, cezaevi yönetimini destekleyen vaazlar vermişlerdir. Bu anlamda cezaevi; Türkiye’de günümüze kadar uzanan devlet şiddetinde sivillerin inkar, göz kapama, işbirliği vs. gibi yöntemler aracılığıyla oynadığı rolü anlamak açısından da önemlidir. Diyarbakır Cezaevi ile ilgili açılacak resmi bir davada çeşitli meslek gruplarının bu insanlık suçunun işlenmesindeki rolleri de soruşturma ve yargılama kapsamına alınmalıdır. Konu ile ilgili meslek grupları mesleki soruşturmalar açmaya, meslek eğitimlerinde bu örnek vakayı ders olarak okutmaya davet edilmelidir. Nitekim Türkiye’yi Arjantin’den ayıran nokta 12 Eylül ve sonrasında bölgede yaşanan tüm devlet suçlarına sivl otoritelerin ve bilhassa hukuğun dahil edilmesidir ki; bu açıdan Türkiye Güney Afrika modeli ile benzerlik gösterir.
6. 1980-1984 yılları arasında Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yaşananlar bu süre zarfında ve sonrasında halktan saklanmıştır. Halihazırda bugün dahi sınırlı kesimler tarafından bilinmektedir. Hakikatlerin gizli kalması 1984’den sonra bölgede gerçekleşen kimi olayların Türkiye kamuoyu tarafından anlaşılmasının önünde engel teşkil etmektedir. Konuştuğumuz herkes, yaşadıklarının bilinmemesi ve kimi zamanda inandırıcı bulunmamasının onlar için en büyük rahatsızlık sebebi olduğunu söylemişler, Türkler ve Kürtler arasında gittikçe derinleşen ayrışmayı bu iki halk arasındaki iletişimin sistematik olarak engellenmesine bağlamışlardır. Arjantin ya da Güney Afrika örneklerinde de görüldüğü gibi geçmişle yüzleşmenin temel yöntemlerinden biri devlet fonlarının sivil topluma aktarılması yoluyla, müze, anıt, sergi, film ve benzeri üretimlerin desteklenmesinin sağlanmasıdır. Ayrıca tüm Amerika kıtasında devletin geçmişte yaptığı hak ihlalleri ilk ve orta öğretim ders kitablarında yer almakta, devletler üniversitelerde “hakikat, hafıza ve adalet” bölümlerinin oluşturulmasına ön ayak olmaktadır. Komisyonumuzun topladığı tanıklıklarda bu talep sıklıkla dile getirilmiştir. Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yaşanan hakikatin sadece Kürtlerin değil tüm Türkiye halklarının hakikati olması bunların yargı ve yürütme yoluyla tanınması ve yaygınlaşmasının sağlanması yoluyla gerçekleşecektir.
7. Yukarıda da belirtildiği gibi cezaevi yönetiminde bulunanların bir kısmı 1974 Kıbrıs çıkartmasında yer almışlardır. Sıklıkla Rumlar, Kürtler ve Ermeniler arasında benzerlikler kurmaktadırlar ve açık bir ırkçı söylemin taşıyıcısıdırlar. Ne yazık ki Diyarbakır Askeri Cezaevi ırkçı bir rejim kurmuştur ve bu sebeple hem Türkiye’deki hem de dünyadaki benzer cezaevi örneklerinden farklılık gösterir. Bir çok uygulama ve bu uygulamayı takiben sarf edilen sözler örneğin Kürtçe’nin yasaklanması, tutukluların Türkçe öğrenmeye zorlanması, Milli Marşlar ve Nutuk’un ezberletilmesi , tüm duvarların Atatürk resimleri ve bayrakla donatılması cezaevi yönetiminin hedef aldığının bireysel suçlar değil; topyekün Kürtlük olduğunun göstergesidir. Öte yandan cezaevinde işkencenin sınır tanımaması, itiraf, teslimiyet, işbirliği vs. gibi davranışların işkenceyi azaltmaması, biraz daha fazla yemek ya da su gibi ödüllerle kimi kişilerin, koğuş hakkında yönetime haber veren, tutukluları gözleyen ve raporlayan “ajanlara” dönüştürülmesi ve işkencenin zamanı, türü, nesnesi ve sebebinin tamamiyle keyfi olması Diyarbakır Cezaevi’ni Yahudi Soykırımı’nın gerçekleştirilmiş olduğu Nazi Kampları’na yaklaşmaktadır. Diyarbakır Cezaevi deneyimi bize ayrımcılığın nasıl hızlıca sistematik bir ırkçılığa, önyargının nasıl sitematik bir nefrete, yasaklar ve eşitsizliğin nasıl kolayca bir etnik yok etme projesine dönüşeceğini göstermektedir. Bu yüzdendir ki; Diyarbakır Askeri Cezaevi vakasının her boyutuyla aydınlanması kanımızca Türkiye’nin yeni ve demokratik bir anayasa oluşturma sürecinde demokrasinin bundan sonra nasıl tesis edilebileceği konusunda ipuçları verecektir.
Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananların burada kalmış olanlar, aileleri ve çevreleri üzerindeki toplumsal etkileri nelerdir?
Komisyonumuzun tanıklıklarını topladığı kişilerin en az yüzde 25’i Diyarbakır Cezaevi’nde hüküm dahi giymeden yatmıştır. Üstelik bunlara, yakınları içeride olduğu için bir süreliğine cezaevinde tutulanlar dahil değildir. Geri kalanların yüzde elliye yakını ise 10 yıldan az ceza almışlardır. Konuştuğumuz kişilerin çoğunluğu cezaevine girdiklerinde yirmili yaşlarındadırlar ve cezaevi bundan sonraki tüm yaşamlarını etkilemiştir.
Kısa bir süreliğine de olsa cezaevine girip çıkmanın kişilerin toplumsal hayatında yarattığı tahribatlar, çok çeşitli akademik çalışma tarafından belgelenmiştir. Bunların bir çoğu Diyarbakır Cezaevi çıkışlıları da etkilemiştir. Okula gidenlerin hemen hemen tamamı eğitimlerini yarıda bırakmış, iş sahipleri işlerini, memuriyetlerini kaybetmiş, evli olanlar eşlerine ve diğerleri ise akrabalarına yabancılaşmıştır. Konuştuklarımız arasında gördüğü işkenceler sebebiyle evlenmeyen ve çocuk sahibi olmayanlar vardır. Cezaevi’nden çıkıp yurt dışına çıkanlar olduğu gibi sayısı bilinmeyen ancak azımsanmayacak ölçüde olduğu tahmin edilen bir yüzde ise PKK kadrolarına dahil olmuştur. Ancak burada cezaevinde geçirilen süre sonucunda kişilerin toplumsal hayatının nasıl değiştiğinden çok, cezaevinde yaşanılanların, toplumsal hayatın tamamına etkisine bakılacaktır.
Belirtmemiz gerekir ki bir çok dünya örneğinde kurulmuş olan hakikat komisyonlarının topladığı bilgilere dayanarak; yargı, kişilerin haklarının ihlal edilmesi sonucunda maddi ve manevi olarak uğradıkları zararın tazminat biçiminde telafi edilmesine yönelik kararlar almıştır. Öte yandan toplumun, devletin işlediği insanlık suçları karşısında uğradığı topyekün zararın nasıl telafi edileceği hususu farklı bağlamlarda farklı olarak ele alınmıştır. Kalıcı bir toplumsal barışın sağlanması, yaşanan mağduriyetlerin yasa ve yürütme yoluyla tanınması, hak ve özgürlüklerin garanti altına alınması; topladığımız tanıklıkların tümünde uğranılan zararın telafisi ve bir daha asla yaşanmaması için tek yol olarak gösterilmiştir.
1. Bilindiği gibi Türkiye’de devlet ve hükümetlerin -günümüzde en son “Dersim katliamı” vesilesi ile gündeme geldiği gibi- Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nde yaşayan Kürt nüfusla ilişkisindeki sicili 80’lere girildiğinde zaten pek parlak değil. Ancak cezaevi deneyimini diğer deneyimlerden ayıran baskı ve zulümün bölgesel, ideolojik ya da dinsel olmaktan çıkarak tamamen Kürt kimliğine yönelmesi. Bu anlamıyla Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yaşananlar Türkiye devletinin yapısı için bir milad olarak görülebilir ve Türkiye’de 90’larda yaşanan faili meçhullerden, köy boşaltamalara kadar tüm hak ihlallerinin bu miladla birlikte ve burada yaşananlar sorgulanmadığı ve yargılanmadığı için mümkün olduğu söylenebilir.
2. Buna paralel olarak Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yaşananlar sonucunda Kürt toplumunun “devlet” algısı ve devletle ilişkisinin de topyekun değiştiği iddia edilebilir. Komisyonumuza tanıklık veren bir çok kişi Diyarbakır Cezaevi’nde geçirdikleri ilk haftalarda korku ya da acıdan çok şaşkınlık yaşadığını ifade etmişlerdir. Bu şaşkınlık herhangi bir örgüt bağlantısı ya da siyasi ideolojisi olmayan kişilerde hiçbir zaman aşılamamıştır. Bu kişiler halen herhangi bir devlet görevlisi gördüğünde kaçmakta, resmi kurumlara gitmemeye çalışmaktadırlar. Ancak siyasi bağlantısı olan kişiler bile bugün dahi Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde gördüklerini şaşkınlıkla anlatmaktadırlar. Sol örgütlerin üyesi olanlar o güne kadar mücadelelerinin öncelikli hedefinin toprak ağaları olduğunu ve ancak cezaevine girdikten sonra asıl “zulümün” devletten geldiğini anladıklarını söylemişlerdir.
3. Diyarbakır Cezaevi çok farklı örgütlerden, şehirlerden, farklı yaş gruplarından ve cinsiyetlerden Kürt nüfusun tutuklanarak getirildikleri bir yer olmuştur. Daha da vahim olanı tutuklananlar genellikle aile ve akrabaları ile birlikte tutuklanmıştır. Ailelere işkence yapılması tutukluların bugün dahi anlatmakta en zorlandıkları süreçtir. Bir çok kardeş ayrı koğuşlarda kaldıktan ve farklı işkencelerden geçtiktien sonra aynı mahkeme salonuna geldiğinde birbirini tanıyamadıklarını, isimleri okununca birbirine bakamadıklarını anlatmıştır. Öte yandan akrabalarıyla beraber kalanlar genellikle birinden biri işkencede sakat kalmış olduğu için ve diğeri bakımını üstlensin diye bir arada bırakılmıştır
Milletvekilleri, çocuklar, yaşlılar, devletle yakınlığı bilinen aşiretler dahil olmak üzere herkes işkenceye, hakarete ve kötü muameleye maruz bırakılmıştır. Tüm bu sebeplerle cezaevinde kalanlar, yakınları ve bölgede yaşayanlar devletin kendilerine topyekün bir savaş açtığını düşünüyor ve hedef örgütler değil, halk olarak algılanıyor.
4. Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde İşkencenin “itiraftan” bağımsız olarak sürmesi, direniş kırılsa da devam etmesi devlet şiddetinin her hangi bir rasyonaliteye dayanmayan ve devletin doğasına içkin bir zulüm olarak algılanmasınıa yol açıyor. Ayrıca işkence yöntemlerinin “aşırılığı,” bilhassa cinsel işkenceler ve bu işkencelerin aleni ve toplu olarak yapılması, devletin Kürtler söz konusu olduğunda adeta “sapıklaştığı” izlenimini doğuruyor.
5. İşkence ve baskı öncelikle dile yöneltiliyor. Marş ezberleme, Kürtçe yasağı çokça dile getiriliyor. Ancak dilden yoksun bırakılmak, yiyecekten, içecekten, giyecekten yoksun bırakılmak, pislikle iç içe yaşamak, bedensel ve cinsel işkenceyle de birleşince sadece Kürtlüğe değil insanlığa da yöneltilmiş oluyor.
6. Devletin tüm sembolleri (bayrak, marş, nutuk, Atatürk vs.) işkence yapmak için kullanılıyor ve adeta kanlı-laştırılıyor. Diyarbakır Cezaevi ile birlikte Türkiye cumhuriyetini sembolize eden cisim, ses, işaret, kişi ve sözler Türkler için birer “kutsal” değer olmaya devam ederken, Kürtler için yaşadıkları felaketleri, hakaretleri ve zulümü hatırlatmaya başlıyor. Bu sebepledir ki Diyarbakır Cezaevi deneyiminin, bu deneyime sebep olan kişi ve sistemin ifşa edilmemesi ve yargılanmaması, aynı rejimin farklı tezahürlerle 90lara da sirayet etmesine sebep olduğu gibi, Türk ve Kürt halkını da birbirinden ayrıştırıyor. Bir diğer deyişle bugün Türk halkının ve Kürt halkının “hassasiyetlerinin” birbirleriyle bu kadar iletişimsiz kalmasının tarihini Diyarbakır Cezaevi’ne dayandırmak mümkün.
7. Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde sadece dil ve etnik kimlik değil, toplumsal ilişkilenme biçimleri, kültür ve ahlak da hedef haline gelmiştir. Gençler yaşlıların üzerine bindirilmiş, gene yaşlıların penislerine ip bağlanmış, gençlere bu ipler çektirilmiştir, oğullar babalarına tecavüze zorlanmış, kadın ziyaretçilerin memelerine copla vurulmuştur. Birkaç görüşmeci 1982 yılı 23 Nisan’ında önce kıyafetleri yırtılıp, dövüldükten sonra nasıl onları ziyarete gelen çocuklarının üzerine sürüldüklerini ve çocuklarının onlardan korkuyla kaçışmasına tanık olduklarını anlatmışlardır.
8. Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde modern hukuk ilkelerinin tamamı ihlal edilmiştir. Ancak görüşme yaptığımız kişiler bunu yadırgamamaktadırlar. Asıl yadırgadıkları cezaevinde hiçbir hukukun uygulanmamasıdır. Örneğin açlık grevine girenlerin, grevi bırakmak için öne sürdükleri şartların kabul edildiği söylenmiş, akabinde grevden çıkanlar dövülmüş, biri ise öldürülmüştür. Bu tür durumlar devlete olan güvenin tüm toplum tarafından kaybedilmesine sebep olmuştur.
9. Sonuç itibarıyle, Diyarbakır Askeri Cezaevi’nin Kürt halkı ile devlet arasındaki toplumsal ve hukuksal ilişkiye en önemli etkisinin yukarıda da görüleceği gibi devletin “özel” ya da “mahrem” olarak adlandırabileceğimiz alanlara sızması ve bunlara zarar vermesi ile oluştuğu söylenebilir. İşkencenin her türlüsü kişinin beden bütünlüğünü hedef alır. Ancak Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananları üst üste koyduğumuzda burada yaşanan şeyin toplumsal anlamda bundan çok daha fazlasına tekabül ettiğini belirtmek gerekir.
-Kişinin cinselliği hedef alınmış ve kendisi ve çevresi ile olan erotik ilşkisi bozulmuştur.
-Kişinin ailesi ile olan ilşkisi zulüm hatıraları ile zehirlenmiştir.
-Saygı, sevgi, şefkat hiyerarşileri altüst edilmiştir.
-Millet ve ulusun simgesi olan her şey silah haline getirilmiştir.
-Türkiye devleti’nin tüm birimleri Diyarbakır Cezaevi’ne göz yumarak, burada olanların sorumlularını cezanlandırmayarak, sonuçları ile yüzleşmeyerek, kurulan ırkçı söylem ve rejimi sorgulamayarak ve verdiği toplumsal zararları telafi edecek hiçbir mekanizma geliştirmeyerek; üstelik de tüm bunların Türkiye’nin diğer kesimleri tarafından bilinmesini de engelleyerek büyük bir insanlık suçuna iştirak etmiş ve ne yazık ki bugün yaşadığımız ayrışmış ve ayrımcı toplumsallığın oluşmasında başrolü üstlenmiştir.
Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan ve benzer ülkelerde “devlet terörü” adı verilen sürecin yarattığı toplumsal zararların giderilmesi hangi yöntemlerle gerçekleşmelidir?
Toplumsal zararların giderilmesi klasik modern hukuk çerçevesinin esnetilmesini ve yaratıcı şekillerde yorumlanmasını gerektirir. Yukarıda da belirtildiği gibi Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yaşananlar ihlallerin biçimi itibariyle Arjantin’e, kurduğu ırkçı söylem itibariyle Güney Afrika’ya ve insan tahayyülünü ve ahlakını zorlayacak metotları itibarıyla ise Nazi Almanyası’na benzer. Ayrıca gene Nazi Almanya’sı gibi bireylerden çok topyekün bir halkı hedef almıştır. Bu sebepledir ki bundan sonra uygulanacak hukuki yaptırımların bir kısmı kişilerin sorumluluklarını saptamak ve gene kişilerin uğradıkları zararaları telafi etmekse; bir diğer kısmı toplumsal barışın ve güvenin sağlanması, devlet ile toplum ilşkisinin yeniden düzenlenmesi, ve Kürt halkına karşı işlenen suçun halkın tümü nezdinde telafisini içermelidir. Konu ile ilgili tüm resmi devlet belgelerinin açıklanması, 1980-1984 döneminde cezaevinde görev yapanların ifadelerinin alınması, Diyarbakır Cezaevi yönetiminin tamamının ve tüm emir komuta zincirinin Uluslar arası ve ulusal bağlantıları da araştırılarak ortaya konması, gerekirse bunların gerçekleşmesi için resmi bir hakikat komisyonu kurulması; verilen zararların özür ve tazminat yoluyla telafi edilmesi; ortaya çıkan hakikatlerin toplumda yaygınlaşması için film, sergi, tv programı gibi ürünlerin devlet tarafından fonlanması, burada yaşananların sebepleri ve sonuçları da dahil olmak üzere ders kitaplarına dahil edilmesi, Diyarbakır Cezaevi’nin müze yapılmak amacıyla sivil insiyatiflere devredilmesi ve burada ölenlerin anılacağı bir anıtın devlet tarafından fonlanması bizce yapılması gereken şeylerden bir kısmıdır.
Unutulmamalıdır ki İngiltere devletinin 1976-1981 yılları arasında tutuklu bulunan 300 IRA mahkumuna yaptığı işkenceleri ve bunu proteto etmek amacıyla girilen açlık grevi sonucunda ölenleri anmak için her sene resmi anma törenleri düzenlenmektedir; ayrıca onlarca anıt yapılmış, dört film çekilmiş ve dünyanın her yerinde gene onlarca sokak ve cadde ismi verilmiştir.
Yrd. Doç. Nazan ÜSTÜNDAĞ